Ryujin (namıdiğer Ryu-o) ejder kralı, deniz tanrısı ve Japon mitolojisindeki yılanların ustasıdır. Sihirli mücevherleriyle, gelgitlerden sorumludur, hem denizin bereketini hem de tehlikesini temsil eder ve bu yüzden Japonya gibi eski bir ada ülkesi ile ilişkilendirilir. Ryujin genellikle Watatsumi olarak bilinen bir başka su tanrısı veya Shintokami(ruh) olan Owatatsumi-no-kami ile bağdaştırılır veya aynı kabul edilir. Yararlı bir tıp bilgisine sahip olduğuna inanılan ve yağmur ile gökgürültüsü getirici olarak kabul edilen Ryujin, aynı zamanda birkaç Japon aile grubunun koruyucu tanrısı veyaujigamisidir.
İlişkiler
Ryujin, aslen Çin ve Kore yoluyla Hindistan mitolojisinden alınan sekiz ejder kralından birisidir. Ryujin, eski Japonlar tarafından ejderhanın bir formu olarak görülen ve onun sembolü olabilecek olan deniz ve yılanların efendisidir. Ayrıca yılanlar da Ryujin’in habercileri olarak kabul edilir ve ejder kralının denizin altında bir sarayda veya sönmüş bir volkanın gölünde konakladığından dış dünya ile ilişki kurmasını sağlardı. Genellikle Kyoto’nun kuzeydoğusundaki Biwa Gölünün derinlikleri Ryujin’in evi olarak bahsedilir. Yılanlar, Ryujin’in yağmur ve gök gürültüsü getiriciliğiyle ilişkilendirilen ölüm ve fırtına ile bağdaştırılır. Ryujin’in insanların rüyalarında ve uyanma anlarında aniden belirdiği düşünülürdü. Deniz tanrısı, faydalı ilaçların bulunduğu, özellikle de daha uzun bir yaşam vadeden kullanışlı bir bakımevine de sahipti. Son olarak tanrı sık sık tatlı suyun, pınarların ve kuyuların küçük kamisi olan sujin ile ilişkilendirilir.
Tanrı Japonya genelinde ve özellikle tarım için yağmur ve balıkçılığın olduğu yerli topluluklar için oldukça değerli olan kırsal kesimlerde tapınaklara sahiptir. Sanatta Ryujin, sıklıkla denizde yaşayan bir ejder veya devasa bir yılan olarak tasvir edilir. Japonya’da güç ve monarşiyi temsil eden ve gelgitleri kontrol edebildiği yuvarlak sihirli mücevherini taşıyabilir.
DENİZİN DALGALI DOĞASINI YANSITAN RYUJİN KÖTÜ BİR GÜÇ VEYA ZOR DURUMDAKİ KAHRAMANLARA YARDIM EDEN KİBAR BİR HÜKÜMDAR DA OLABİLİR.
Efsaneler ve Kahramanlar
Ryujin çeşitli Japon efsanesinin baş kahramanıdır fakat denizin değişken doğasını yansıtarak ya uğursuz bir güç ya da zor durumdaki kahramanlara yardım eden nazik bir hükümdar olabilir. Örneğin, Watatsumi kılığında, kahramanın kardeşi Hoderi’ye karşı, Hoori’ye yardım etmiştir. Ancak, Ryujin Fujiwara klanının kurucusu olan Kamatari’ye ait olan mücevheri de çalmıştır. Mücevher yalnızca Kamatari’nin eşinin deniz altındaki tanrının sarayına dalıp geri alabilirdi, fakat bu süreçte trajik bir şekilde boğulmuştu.
Tawara Toda & Kırkayak
Daha onur verici bir hikayede Ryujin, sarayını vücudu bütün bir dağı kaplayacak kadar uzun olan korkunç bir kırkayaktan kurtardığı için kahraman Tawara Toda'ya (diğer adıyla Fujiwara Hidesato) bir çan (daha önce çalmış olsa da) vermiştir. MS 11. yüzyıl savaşçı kahramanı okçuluk yetenekleriyle ünlüydü fakat dördüncü ve son okunu sihirli bir şekilde kendi tükürüğüyle kaplayana kadar dev yaratığı devirmeyi başaramadı. Çan, Miidera tapınağında bırakıldı ve Ryujin'in bir diğer hediyesi olan tükenmez devasa pirinç çuvalı, kahramanın 'Pirinç Balyası Lordu' unvanını açıklıyor olabilir (bir başka sebep de 60 kilo/132 poundlık pirinç balyasını kaldırabilme yeteneği olabilir). Ryujin'in Tawara Toda için diğer hediyeleri ise, ateşe ihtiyaç duymadan yemek pişirebilen sihirli bir kazan ve hiç bitmeyen sırmalı ipek kumaş rulosuydu.
Urashimataro
Ejderha kralı ile ilgili bir başka efsane de Urashimataro'nun efsanesidir. Bir gün balıkçı bazı çocukların sahilde bir kaplumbağaya eziyet ettiğini görür ve onları uzaklaştırır. Kaplumbağa minnettarlığını göstermek için Urashimataro'yu bir deniz yolculuğuna ve Ryujin'in denizaltı sarayında ücretsiz bir tura çıkarmayı teklif etmişti. Varışta balıkçıya ejderha kralının kızı tarafından bir ziyafet ve nihayet ayrılırken bir mücevher kutusundan oluşan bir veda hediyesi verilmişti. Urashimataro eve vardığında köyün ayrıldığından beri değişmiş olduğunu görmüştü, ne kendi evini ne de ailesini bulabilmişti. Daha sonra, çocukken köyün balıkçılarından birinin gizemli bir şekilde ortadan kaybolduğunu anlattığını yeni hatırlayan yaşlı bir kadınla tanışmıştı. Bunun da ötesinde, mücevher kutusunu açtığında, onu anında uzun beyaz sakallı çok yaşlı bir adama dönüştüren bir sis ortaya çıkmıştı. Kutunun dibinde tek bir tüy vardı ve Urashimataro onu tuttuğunda, mutluluğun sembolü olan bir turnaya dönüşmüştü ve ardından Ryujin'in uzaklardaki sarayına doğru uçmuştu.
Hoori ve Balık Oltası
Ryujin bu kez Watatsumi olarak MS 712'de derlenen Kojiki'de (Eski Şeylerin Kaydı) anlatılan Hoori (diğer adıyla Ho-ho demi veya Hikohohodemi) hikayesinde öne çıkmaktadır. Ninigi'nin (güneş tanrıçası Amaterasu'nun torunu) en küçük oğlu olan Hoori, bir gün kardeşi Hoderi'nin sihirli balık kancasını ödünç alır. Kanca, kullananın hiç çaba sarf etmeden çok sayıda balık yakalamasını sağlardı. Ancak açıklanamaz bir şekilde, Hoori denediğinde, kanca tek bir ısırık bile almadı ve daha kötüsü, talihsiz balıkçı onu suya düşürdü ve böylece denizin derinliklerine battı.
Değerli eşyasına ne olduğunu öğrenmekten pek de memnun olmayan Hoderi, kardeşinin kırık kılıcından 500 kancalık yeni bir parti yapma teklifini reddetmişti. Sahilde gözyaşları içinde oturan Hoori'ye bir kami yaklaşmış ve acısını fark edince ona Watatsumi'yi ziyaret etmesini, eğer nazikçe istenirse kancayı bulup geri getirebileceğini söylemişti. Bunun üzerine Hoori kendine küçük bir tekne inşa etmiş ve uzun bir yolculuktan sonra nihayet deniz tanrısının sarayına varmıştı. Orada Watatsumi'nin kızı Toyotama-hime tarafından karşılanmış ve prensesin güzelliği karşısında büyülenerek oraya neden gittiğini hemen unutmuştu.
Hoori ve Toyotama-hime, onlara o kadar çok hediye veren Watatsumi'nin kutsamasıyla evlendiler ki onları sergilemek için 100 masa gerekmişti. Ancak, mutlu gençliklerinde zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı, öyle ki Hoori kardeşinin hâlâ oltayı beklediğini hatırlayana kadar birkaç yıl geçmişti. Watatsumi'ye söylediğinde, tanrı denizdeki tüm balıkları toplamış ve kancayı bir çipuranın (ya da dorado) ağzında bulmuştu. Kancayı lanetlemiş ve ardından giden Hoori'ye pirinç tarlalarını sulayacak suları kontrol edebileceği iki mücevher vermişti. Yardımsever bir köpekbalığı (ya da timsah) onu evine bıraktıktan sonra, sihirli mücevherler kardeşinin başına yıkım getirirken, Hoori'nin çok zenginleşmesini ve 500 yıl yaşamasını sağlamıştı.
Søren Kierkegaard (1813-1855), Danimarkalı bir filozof olup Jean-Paul Sartre (1905-1980) ve Martin Heidegger (1889- 1976) gibi dönemin önemli filozoflarını etkileyen ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilir. Eserleri yabancılaşmanın, endişenin ve saçmalığın bir yansımasını dile getirirler. Eserlerinden bazıları; Either/Or – Ya /Ya da (1843), Fear and Trembling/ Korku ve Titreme (184) ve The Concept of Anxiety/ Kaygı Kavramı (1844).
Kayıtsız kalan ve adeta birbirleriyle düşman bir toplum karşısında bireyin önemine olan inancı nedeniyle varoluşçu arkadaşları nezdinde önemle benimsenmiştir. Bununla birlikte, diğer varoluşçu filozoflardan farklı olarak Kierkegaard’ın felsefi çalışmalarında güçlü bir teolojik damar da vardır. Yazar Denise Despeyroux, The Philosophers/Filozoflar adlı eserinde, Soren Kierkegaard yaşam tarzının, eserlerini renklendiren acı dolu deneyimlerle dolu olduğunu yazar. Bu eserleri “büyük dramatik ve şiirsel güç sergiliyorlar: Benzetmeler, aforizmalar, hayali mektuplar ve hayali günlüklerin yanı sıra takma ad ve hayali karakterler vardır” (110). Yazar Despeyroux, Kierkegaard’ın aynı zamanda dini konularda verdiği mücadelesi, kendi kuşağı diğer yazar ve düşünürler için “güçlü bir teşvik” işlevi gördüğünü de ifade eder.
Doğumu ve Eğitim Dönemi
Søren Kierkegaard, 05 Mayıs 1813 tarihinde, Danimarka’nın Kopenhag kentinde, varlıklı bir ailenin yedi çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya gelmiştir. Babası Micheal Kierkegaard başarılı bir iş adamıydı; annesi Ane Sorensdatter Lund ise kocası Micheal’in ölen ilk karısının bir zamanlar hizmetçiliğini yapıyordu. Søren, babasının onun hayatında en etkili kişi olduğunu iddia etmişti. Ne yazık ki, kaygı ve kişisel iç sorunlardan çok acı çekmiş ve bu sorunu babasından kendisine “miras kalmıştır.” Baba Micheal son derece dindar bir kişi olup Lutherci dindarlığının bir üyesiydi ve geçmişteki günahları nedeniyle – bir zamanlar Tanrı’ya lanet bile okumuştu – çocuklarından hiç birinin 33 yaşını, yani İsa Mesih’in çarmıha gerildiği yaşı geçmeden bu dünyadan göç edeceklerine inanıyordu. Søren Kierkegaard, 21 yaşına gelmeden önce, adeta kendisini gerçekleştiren bir kehanet misali, beş erkek ve kız kardeşi ile annesi ölmüş, sadece Søren ve erkek kardeşi Peter hayatta kalmışlardı. Yıllar içinde korkuları gerçek olan baba Micheal’e göre bu İlahi bir cezanın işareti idi. Yazar Jeremy Strangroom Büyük Filozoflar/The Great Philosephers adlı eserinde Søren Kierkegaard’ın çocukluk döneminde “deli” gibi olduğu ve “bir günah işlenme sonucundan Dünya’ya gelmiş olduğunu” ileri sürmektedir (100). Soren açısında konu ele alındığında, ne yazık ki babasının “kötümser ve kasvetli dini bakış açısını oğluna” aktardığı ifade edilmektedir.
KIERHEGAARD, YAZILARINDA BELİRTİLEN İÇSEL İŞKENCE VE ENDİŞEDEN TÜKENMİŞTİR.
Kaotik bir çocukluk dönemi geçirmesine rağmen, eğitim dönemi “şaşırtıcı derecede normal seyrediyor”, seçkin bir özel okula devam ediyor (the Borgedydskolen) ve “derslerinde sınıf arkadaşlarından daha üstün” olarak görülüyordu. Babasının önerisi üzerine papaz olmak düşüncesiyle daha 17 yaşında Kopenhag Üniversitesine girmiş, teoloji, felsefe ve edebiyat eğitimini almıştır. 1838 yılında daha üniversitede öğrenci iken babası da ölmüş ve ona büyük bir miras kalmıştı. 1840 yılında mezun olduktan sonra bağımsız bir yazar ve düşünür olarak hayatına başlamıştı. Ancak bu dönem onun için, yazılarından da anlaşıldığı üzere, içsel ıstırap ve endişeyle dolu olup tüketilen bir hayat olmuştur.
Mezun olduktan kısa bir süre sonra kendisinden on yaş küçük olan Regine Olson ile nişanlanma hatasını yaptığını düşünmüş, nişanlandıktan sonra zaten pişmanlık yaşamıştı. Bir yıl sonra, 1814 yılında, melankolik mizacının kendisinin evliliğe uygun olmadığını ve Regine Olson’un da entelektüel açıdan kendisiyle uyumsuz olduğuna inanarak nişanı bozmuştu. Nişanlısı Regine ile olan ilişkisi Søren Kiekergaard üzerinde kalıcı bir etki yaratmış olup hem günlüklerinde ve hem de diğer eserlerinde bu etkinin izleri görülmektedir. İstemediği bir nişanlılıktan kurtulmuş ve büyük bir mirasa sahip olmasından dolayı yazar olarak kariyerine başlamakta kendisini özgür hissediyordu. Hayatı boyunca, garip bir şekilde, yaşamakta olduğu Kopenhag’dan sadece üç kez ayrılmış ve boş zamanlarının çoğunu şehrin sokaklarında dolaşarak veya tiyatroya giderek geçirmiştir.
İnsanlık Durumu
Søren Kierkegaard, 21 yaşına geldiğinden beri tuttuğu günlükleri sayesinde eleştirmenler ve savunanlar onun hem acı dolu kısa hayatını ve hem de felsefesini anlama fırsatı bulabilmişlerdir. Takma adla yazarken ironi, hiciv ve mizah kullanarak okuyucuları haberciye değil de verilen mesaja odaklanmalarını sağlamıştı. Felsefesi Danimarka’da benimsenen egemen felsefe olan ve dönemin önde gelen filozoflarından biri George Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) parodisini takma bir adla yazmıştı. Dönemin diğer filozofları gibi Hegel de dini ve Hıristiyan inancını daha akla uygun ve daha anlaşılır hale getirmeye çalışmıştır. Ancak, Kierkegaard, hem dinin ve hem de Hıristiyan inancın rasyonel anlayışın dışında olduğunu savunmuştur.
Hegel de olduğu gibi, Kierkegaard’ın da felsefi görüşleri insanlık durumu kavramı konusunda hem geçmiş ve hem de çağdaş birçok düşünür ile fikir ayrılığı içindeydi. Bütün düşünce tarihinin aslında yanlış kaygılarla meşgul olduğuna inanıyordu. Antik Yunanlılardan bu yana felsefe, dünyayı anlamak ve anlamlandırmak üzere akıl ve deneyimi kullanmış ancak insanlık durumunu gerçekten anlamaktan başarısız olunmuştur. Kierkegaard bu konuda şunu yazmıştır; “Her çağın kendine özgü bir ahlaki bozukluğu olmuştur. Bizim çağımız belki zevk veya şehvet düşkünlüğü değil, daha ziyade bireysel insana yönelik kalıcı bir panteist küçümsemedir” (Sokes 145). Bulunduğu yaşın, tutkudan yoksun bir yaş olduğuna inanıyordu.
Hakikat ve Varlık
Søren Kierkegaard, öznel ve nesnel gerçekler dediği şeylere tanımlama getirmiştir. Nesnel bir gerçeklik, bir kişi onu kabul etse de, etmese de doğru olan bir şeydir. Öznel gerçek ise, (Kierkegaard’ın tercih ettiği) bir kişi için doğru olabilen ancak başkası için doğru olmayabilen bir şeydir. Nesnel gerçekler bir grup tarafından yaratılır, “bir iç görü, bilgelik ve hakikat kaynağı olarak” güvenilir değildir (Mannion, 126). Grup düşüncesi zihniyetini aşıp temellerine geri dönerek Hıristiyanlığı ortalama bir Hıristiyan için erişilebilir kılmak istiyor, bir aracının olmaması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre, “Din, doğrudan birey ile Tanrı arasında kalmalıdır.” Kierkegaard, bunun sadece Pazar günleri Kiliseye gitmekle değil, kişi inancının ilkelerine göre bir hayat yaşamakla yapılabileceğini yazmıştır.
Ya/Ya da (Either/Or) adlı kitabında, bir kişinin, hayatını nasıl yaşamayı seçebileceğine dair iki varoluş biçimini sunar. İlki; otantik tarzda bir hedonisttir, anında tatmin olmanın ve anı yaşamanın önemine vurgu yapar. İkincisi ise, görev ve zorunlulukla ilgilenen, kişi benliğini ahlaki bir yaşama adanmış olan etkin bir tarzdır. Ancak, kişinin mutluluğu ve tatmini bulabileceği üçüncü bir seçenek daha vardır: Dini alan.
İnanç Sıçraması
Søren Kierkegaard, kalabalık bir toplum içinde birey olabilmeyi kutlamış, topluluk inançlarının genellikle yanlış olduklarını, insan olmanın, karar vermek ve kişi yoluna çıkan engellerle yüzleşmek anlamına geldiğini iddia etmiştir. Ona göre yapılan her seçim, eğitim veya toplumsal geleneğin etkisinden bağımsız olarak, kendi değerlerine göre yapılmalıdır, hatta geleneksel toplumsal ahlaki görüş bile özneldir. Bir kişi, toplumun inandığı şeylerin zorlukları nedeniyle inançlarından sapmamalı veya saptırılmamalıdır. Kişi, inandığı şeyin arkasında durabilecek dürüstlüğe sahip olmalıdır. Yazar James Mannion, Essentials of Philosophy/ Felsefenin Temelleri adlı eserinde “yabancılaşma ve sosyal dışlanmanın kesinlikle suçlandığını, özgürlüğün korkuyu beraberinden getirdiğini” yazmıştır (125). Bu öz farkındalık ve bağımsızlık kolay elde edilmez ve de kişi başkalarının görüşlerine karşı mücadele etmek zorundadır. Kierkegaard, entelektüel açıdan bağımsız bir yaşam sürmenin doğal tepkisinin Almanca’da kaygı anlamına gelen bir kelime olan angst olarak bilinen şey olduğunu söyler. Kilise ve teoloji, mantıksız ve kanıtlanamaz felsefi konular oldukları için kaygıyı hafifletmeye pek yardımcı olmadıklarına inanıyordu.
Bu önermesini okuyan çağdaşlarının çoğu Kierkegaard’ın Hıristiyan karşıtı olduğunu varsayıyorlardı; oysa mizaç olarak son derece içten bir Hıristiyan ve muhafazakâr bir kişiydi, ancak Kilise’nin yolunu kaybettiğini düşünüyor ve Hıristiyanlığın gerçek anlamını yaymak istiyordu. Ona göre, “Danimarkalı Hıristiyanlar, Danimarka Devlet Kilisesi yorumuna göre adeta bir fabrika işçisinin mümkün olan en büyük tekdüzeliğiyle idare ediliyorlar” (Yasa 124). Søren Kierkegaard’a göre, kendisini Hıristiyan olarak gören çoğu insan kendi inancı içine doğmuştur ve bunu yalnızca Pazar günleri Kilise’ye giderek, Kilise dogmasını akılsızca izleyerek uygular. Gerçek bir Hıristiyan, inancının ilkelerine göre yaşamalıdır. Hıristiyan inancının “derin, kişisel bir bağlılık göstermeyi ve her şeyden önce ilahi otoriteyi kabul etmeyi” içerdiğini söyler (124). “Gerçek Hıristiyan inancının” makul ve doğal olanın ötesinde yaşamı dönüştüren bir sıçrama yapmayı içerdiğine inanıyordu. Bu durum, Kierkegaard’a göre, kişinin tekraren yapması gereken bir inanç sıçramasıdır.
KIERKEGAARD, AKLIN, İMANI ZAYIFLATACAĞINA, HİÇ BİR ZAMAN HAKLI ÇIKARMAYACAĞINA İNANIYORDU.
Søren Kierkegaard, aklın, imanı sadece zayıflatabileceğine, onu asla haklı çıkarmayacağına inanıyordu. Dini inanç, bir akıl meselesi değil, bir iman meselesidir. René Descartes (1596-1650), Thomas Aquinas (ölümü 1274) ve Saint Anselm of Canterbury (1033-1109) gibi filozoflar ontolojik argümanlarla Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmışlardı; ama bu çalışmanın Tanrı’ya olan inançla hiçbir ilgisi yoktu. İnsanın tutkuyla Tanrı’ya inanmayı seçmesi gerekir. Bu entelektüel bir egzersiz değildir.
Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme adlı eseri konularını Johannes de Silentio veya John of Silence takma adıyla yazmıştı. Tanrı’nın, Hz.İbrahim’e oğlu İshak’ı kurban etmesi emriyle ilgiliydi. Bazı eleştirmenlere göre böylesi bir ibadet şekliyle masum bir insanın öldürülmesine göz yumuluyordu, ancak Kierkegaard bu noktanın farkına varmış ve Hz.İbrahim eyleminin aslında nefretten değil, Tanrı’ya olan sevgisinden kaynaklandığını vurgulamıştır; bütün bu durumlar birer inanç sıçramasıydı. Immanuel Kant (1724-1804), masum bir çocuğu kurban etmenin ahlaka aykırı olması nedeniyle Hz.İbrahim’in hatalı olduğunu düşünüyordu. Kierkegaard ise, Hz.İbrahim inancını Yahudi-Hıristiyan inancının bir örneği olarak görüyor, Hz.İbrahim’in “ata topraklarını terk edip vaat edilen diyarlara misafir olduğunda” imanının gereğini yerine getirmesini gösterdiğini yazmıştır... Ve yaşlı adam, tek umuduyla orada durdu! Ama şüphe etmedi; sağa sola endişeyle bakmadı, dualarıyla Cennete meydan okumadı, kendisini sınayanın Yüce Allah olduğunu biliyordu...” (Korku ve Titreme, 20). Hz.İbrahim ahlaki kanundan başka bir kanun olan İlahi Kanuna iman ediyordu. Ve Hz.İbrahim gibi, bir kişinin de toplumu yönetmede uygulanan ahlaki ilkelerden başka bir şeye inanma hakkı vardır. Gerçek bir Hıristiyan, görevinin ahlak hukukuna değil, daha üstün bir otoriteye, “ahlak kanunu kaynağı” olan Tanrı ile karşı karşıya olduğunun bilincinde olan kişidir (Kanun 125-125).
Yazar Keirkegaard’ın dikkate değer önemli eserlerinden bazıları:
İroni Kavramı Üzerine (1841) – Hegel eleştirisi
Ya / Ya da - Either/Or (1843) – üç varoluş tarzından ikisini karşılaştırıyordu; Estetik ve etik
Yineleme (1843) – varoluş tarzlarından üçüncüsünü sunuyor; dini alan
Korku ve Titreme (1843), Johannes de Silentio adıyla – İncil’de geçen İbrahim ve onun Tanrının emriyle oğlu İshak’ı neredeyse kurban etmesiyle ilgili öyküsünün bir tartışması
Kaygı Kavramı Üzerine (1844) – kaygı ve endişe konularına bir bakış
Ölümü ve Etkisi
Varoluşçuluk felsefesinin babası Søren Kierkegaard, kesin ölüm nedeni bilinmese de, 11 Kasım 1855 tarihinde, 42 yaşında, Kopenhag’da, muhtemelen tüberküloz hastalığından dolayı ölmüştür. Tartışma konularından biri, Kilise karşısında sergilediği mücadelesinin yanı sıra yoğun yazma programı stresinden dolayı sağlığının bozulmasına neden olduğudur; bir anda yere yığılmış ve ölmüştür. Kierkegaard, Danimarka’daki Lutheren Kilisesi, diğer yazarlar ve çağdaş toplumla sürekli tartışmaya “karışıyordu”. Hayatının sonlarına doğru kişisel itibarı zedelendiği bilinirken, diğer yandan da, varoluşçu arkadaşı Jean-Paul Sartre ve Martin Heidegger’ın yanı sıra Karl Popper ve Ludwing Wittgenstein gibi önemli filozoflar üzerindeki etkisiyle tanınmıştır.
Yazar Jeremy Stangroom’a göre filozof yazar Kierkegaard aslında yazılarının yaşamı süresinde kabul görmeyeceğinin farkındaydı ve eserlerinin çoğu zaten anonim bir imzayla yazılmıştır. Ancak sonraki dönemlerde bu yazılarının önemi anlaşılmıştır. Søren Kierkegaard’ın önemli bir entelektüel kişilik haline gelmesi Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve varoluşçuluk felsefesinin ortaya çıkmasından sonra olmuştur. Bu entelektüel kişiliğinin oluşması öncellikle birey özgürlüğünün önemine vurgu yapmasından kaynaklanıyor; düşüncelerinden varoluşçu olarak bahsediyordu. Stokes’a göre Kierkegaard kendi gerçeğini arıyordu; kendisi için doğru olan ve uğruna yaşayıp ölebileceği bir gerçeği. Bu varoluşçuluk felsefesinin bir temasıydı; onu ilk varoluşçu yapan konudur. Søren Kierkegaard felsefesinin temelinde nihilizm olarak yorumlanabilecek irrasyonellik kavramı da yer alır, ancak nihilizm, hayatı anlamsız gördüğü için bütün dini ve ahlaki ilkeleri reddeder. Kierkegaard elbette bir nihilist değildi, dini de reddetmemiştir. Danimarka Kilisesi konusunda yalnızca gördüğü haliyle Kilise sorgulamasını yapıyordu. Hıristiyan olduğunu hiçbir zaman inkâr etmemiş, sadece Pazar Hıristiyanlarından hoşlanmamıştı.
Sorular & Cevaplar
Kierkegaard düşüncesi ana fikri neydi?
Kierkegaard, kayıtsız kalan ve adeta birbirleriyle düşman bir toplum karşısında bireyin önemine inanıyor ve toplum karşısında bireyi yüceltiyordu.
Kierkegaard Hıristiyanlığa inanıyor muydu?
Kierkegaard hiçbir zaman Hıristiyanlığı reddetmemiş; Danimarka Kilisesini kendi düşüncesine göre sorgulamış ve Pazar Hıristiyanlarından hoşlanmamıştır.
Kierkegaard'ın varoluşçuluk felsefesi neydi?
Birey özgürlüğünün önemini vurgulamış ve uğruna yaşayıp ölebileceği bir gerçeğin arayışındaydı.
Amerika Devrimi (1765-1789) arifesinde, On Üç Koloni/Sömürge nüfusu yaklaşık olarak 2,1 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık olarak 500.000’i Afrika kökenli Amerikalılardı ve bunların da yaklaşık olarak 450.000’i köle idi. Nüfusun bu kadar büyük bir yüzdesini oluşturan Afrikalı Amerikalılar, Amerikan Devrimi döneminde doğal olarak hem Vatansever (Patriots) ve hem de Loyalist/Britanya Yanlısı cephede hayati rol oynamışlardı.
Yaklaşık olarak 300 Amerikalı Vatanseverden oluşan bir kalabalık, 05 Mart 1770 tarihinde, Massachusetts Eyaleti, Boston şehrinde King Street’te dokuz İngiliz askerine saldırmıştı. Şehrin İngiliz işgali altında olmasına ve 11 yaşında bir çocuğun öldürülmesine öfkelenen bu kalabalık, toplumun her kesiminde Bostonlulardan oluşuyordu. Bu kalabalık arasında, genellikle Afrika ve Yerli Amerikan kökenli olduğu düşünülen, melez ırktan bir denizci olan Crispus Attucks da vardı. İngiliz askerleri kalabalık üzerine ateş açtıkları zaman, Crispus Attucks iki kurşun yarası almış ve Boston Katliamı olarak bilinen olayda ölen ilk kişi olduğuna inanılıyor. Bu nedenle Attucks, Amerikan Devrimi’nin ilk sivil zayiatı olarak kabul edilir ve genellikle Amerikan özgürlüğünün ilk şehidi olarak anılır.
İKİNCİ KITA KONGRESİ, İNGİLİZLERLE SAVAŞAN VE KÖLELEŞTİRİLMİŞ HER BİR KİŞİYE ÖZGÜRLÜK VERİLECEĞİ İLAN ETMİŞTİ.
Beş yıl sonra, 19 Nisan 1775 sabahı erken saatlerinde, Concord, Massashussetts’e depolanmış koloni/sömürge mühimmatını ele geçirmek üzere yola çıkan İngiliz askerlerinden oluşan bir birim (column), Lexington Green’de 77 kişilik Vatansever/Patriots milisiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu milis grubu içinde, Lexington’da ikamet eden birkaç köleden biri olan ve eline bir tüfek alıp evini savunmak üzere beyaz komşularına katılan Prens Estabrook da vardı. Prens Estabrook, Lexington ve Concord Savaşlarında omuzundan yara almış ancak iki ay sonra Kıta Ordusu’na katılacak şekilde kısa bir zaman zarfında iyileşmişti. Bunker Hill Muharebesi (17 Haziran 1775) sırasında Cambridge’deki ordu karargâhını korumak üzere görevlendirilmiş ve savaşın sonunda kölelikten kurtularak özgürlüğünü kazanmıştır.
Attucks ve Estabrook, Amerikan Devrimini destekleyen onbinlerce Siyahi Amerikalıdan sadece ikisiydi. Kadınların destek vermeleri için tek bir motivasyonları yoktu. Bazıları, Parlamento yönetimine bağlı 13 Koloni durumunu tanımlamak üzere konuşmalarında “kölelik” gibi ifadeleri kullanan, özgürlük ve eşitlik üzerine inşa edilmiş yeni bir toplum kurma sözü veren beyaz devrimci liderlerin retoriğinden ilham almışlardı. Bu ifadelerle açıkça köle nüfusa hitap edilmiştir; köle nüfusun çoğu, kölelik tamamen ortadan kaldırılmazsa bile, yeni ülkede daha iyi fırsatlara sahip olabilecekleri konusunda iyimser idi. Diğerleri ise, İkinci Kıta Kongresi’nin, İngilizlerle savaşan köle her bir kişiye hizmetinin sonunda özgürlüğü verileceği ilan etmesi nedeniyle, bireysel özgürlüklerini güvence altına almak üzere Kıta Ordusuna kaydolmuşlardı. Afrikalı Amerikalılar ayrıca köleliğin günlük dehşetinden kaçmak, askere alma görevlilerinin sunduğu ödülleri ve askerlerin maaşlarını almak ya da sadece bir askerin yaşam mecarası cazip olarak sunulduğu için askere gitmişlerdi. Bu gibi durumlara ek olarak, kendileri askere gitmek yerine, kölelerini savaşa göndermeyi tercih eden Vatansever kesimden köle sahipleri bir kısım Siyahi Amerikalıyı askere yazmaya zorlamışlardı.
Elbette Siyahi Vatanseverlerin/Patriotların hepsi Kıta ordusunda veya Vatansever milisler safında görev yapmıyorlardı. James Armistead Lafayette gibi bazıları casus olarak görev yapıyorlardı. Kaçak bir köle kılığına giren Lafayette, Lord Charles Cornwallis’in İngiliz kampına sızmayı başarmış ve Yorktown Kuşatmasında Vatansever zaferine yol açan hayati bilgileri elde etmişti. Fransız General Marquis de Lafayette, hizmetinden etkilenmiş ve savaştan sonra özgürlüğün sağlanmasına yardımcı olmuştur. James Lafayette, bu hizmetinden dolayı Marquis’in Lafayette olan soyadını almasıyla ödüllendirilmişti.
Siyahi diğer Vatanseverler de Harekete desteklerini beyanlarıyla vermişlerdi: Phillis Wheatley, yakalandığı Senegal’den Boston’a getirilip satılan köle bir kadın idi. Edebi yeteneklerini fark eden ve onu şiir yazmaya teşvik eden Wheatly ailesi onu satın almıştı. Phillis Wheatly, 1770’lerin başında zaten ünlü bir şair idi. Amerikan Devriminin erdemleri üzerine kapsamlı bir şekilde yazmaya başlamış ve Geoerge Washington gibi Vatansever/Patriot liderlerine övgüler yazmıştı. General Geroge Washington, köle statüsünde olmasına rağmen Wheatly çalışmalarından etkilenmiş ve onu kendisiyle görüşmeye davet etmiş, “ilham perileri tarafından bu kadar sevilen bir kişiyi görmekten” onur duyacağını ifade etmişti (Philbrick,538).
Kıta Ordusunda Afrikalı Amerikalılar
Prens Estabrook gibi birçok Siyahi Amerikalı, bir dakkikada savaşa hazır; bir “dakkikacı” olmak için gereken ekstra eğitimden bile geçmişlerdi. Dolayısıyla, Boston Kuşatması sırasında (20 Nisan 1775-17 Mart 1776) çeşitli milis birimleri Kıta Ordusu bünyesinde birleştikleri zaman birçok Siyahi, Vatanseverlerin saflarında zaten savaşıyorlardı. Ancak birçok beyaz devrimci lider, köle erkeklere silah vermekten ve onları eğitmekten rahatsızlık duyuyor, özellikle belirli bölgelerde köle sayısının özgür nüfustan fazla olduğu Güney Amerika’da beyaz sömürgeciler, sürekli olarak köle isyanları korkusu yaşıyor ve köle nüfusunu silahlandırmanın olası sonuçlarından kaygı duyuyorlardı. Bu nedenle, 1775 yılı, Mayıs ayında, Massahusetts Eyalet Kongresi, koşullar “ne olursa olsun, orduya hiçbir kölenin kabul edilmemesi” kararı almıştı (American Battle field Trust).
SONUÇTA, SAVAŞ SÜRESİ BOYUNCA EN AZ 5000 SİYAHİ ASKER VE DENİZCİ VATANSEVER DAVASINA HİZMET ETMİŞLERDİR.
General George Washington iki ay sonra Kıta Ordusu komutasını devraldığında bu konuyu bir adım daha ileri taşımış ve özgür olsa bile herhangi bir Siyahi erkeğin orduda hizmet vermesini yasaklamıştı. Bu emir, Siyahi askerlerin, beyaz askerlerden daha az sadık oldukları, cesur veya savaşmaya istekli olmadıkları yönündeki algıya itiraz eden birkaç beyaz subayın itirazıyla karşılanmıştı. George Washington, sonunda fikrini değiştirmiş ve emri iptal ederek subayaların Siyahi askerleri kendi takdirlerine bağlı olarak askerlik hizmetine almalarına izin vermişti. Kongre tarafından her birine işe alım kotası verilen bazı Eyalet Yasama Organları da kotaları daha kolay karşılamak üzere Eyalet Yönetimleri de Siyahi Amerikalıları işe almaya başlamışlardı.
Sonuç itibariyle, savaş süresince en az 5000 Siyahi asker ve denizci, Vatansever davasına hizmet etmiş, ancak bazı tahmin verileri bu sayının aslında çok daha fazla olduğunu göstermektedir.1777 yılına gelindiğinde, Kıta alayları çoğunda bazı Siyahi askerler vardı ve bu durum, Kıta Ordusunu 1940’lardan önce ABD tarihinde ırksal açıdan entegre ordu haline getirmişti. 1781 yılı Temmuz ayında Yorktown Kuşatmasından hemen önce Baron Ludwig von Closen, Washington birliklerinin yaklaşık dörtte birinin Siyahi olduğunu bildirmiş (şayet bu veri doğruysa, 1.054 Siyahi asker) ve bu birlikleri “neşeli, kendilerine güvenen ve sağlam” olarak tanımlamıştı (American Battlefield Trust). Baron Closen raporunun doğruluğu kimi uzmanlarca tartışılır olsa da, savaşın son yıllarında Kıta Ordusunda daha fazla sayıda Siyahi askerin görev yaptığı doğrudur. Siyahi askerler, silah arkadaşları beyaz askerlerle eşit muamele görmüyorlardı – özel asker rütbesi ötesine geçemiyorlardı – ancak eşit ücret alıyor ve beyaz askerlerle aynı kalitede kıyafet, yiyecek ve teçhizata sahip oluyorlardı.
Britanya Yanlısı Siyahi Birlikler
Pek çok Siyahi Vatansever/Patriot, ABD Yönetiminin onlara özgürlüklerini vereceğini umarlarken, diğer birçok Siyahi Amerikalı da kurtuluşu İngiliz saflarında aramışlardı. O zamanlarda Büyük Britanya’da kölelik karşıtı duygular yükselişteydi. İngiliz King’s Bench Mahkemesi, 1772 tarihli bir oturumunda - Somerset v. Stewart - İngiltere ve Galler’deki ortak yasaları kölelik kurumuna artık destek vermeyeceği kararını almıştı. Amerikalı sömürgeciler, söz konusu Mahkeme Oturumunu yakından takip etmiş ve her ne kadar Britanya İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde köleliğin yasallığı hakkında bir şey söylenmemiş olsa da, kölelik karşıtları tarafından büyük bir zafer olarak görülmüştü. Köle bazı Afrikalı Amerikalılar, İngiliz topraklarına ayak basarak özgürlüklerini kazanmayı umarak Britanya Adalarına giden gemilere binerlerken adeta istiflenmeye başlamışlardı. Öte yandan, Amerikalı bazı köle sahipleri, İngilizlerin, kölelerini alma planını yaptıkları yönde kaygılanmaya başlamışlardı; bu da beyaz sömürgeciler ile Büyük Britanya arasında yeni bir mesafe olmasına yol açmıştı.
Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İngiliz yetkililer, Amerikalıların köle isyanları konusundaki korkusundan yararlanmaya çalışmışlardı. Virginia’nın Kraliyet Valisi Lord Dunmore, 1775 yılı Kasım ayında, siyahilere özgürlük vaat eden bir bildiri yayınlamıştı. Vali Dunmore Bildirisinden birkaç gün sonra, 800’den fazla köle, sahiplerinin elinden kaçmış ve Dunmore saflarına katılmışlardı. Lord Dunmore, bu kölelerin çoğunu Etiyopya Alayı olarak bilinen ve tamamen Siyahilerden oluşan bir askeri birlik halinde organize etmişti. Dunmore bildirisi, doğal olarak çoğu kölelerin, İngiliz saflarına katılmak üzere kaçmaları halinde, ölümle tehdit eden Vatanseverleri alarma geçirmişti. Bildiri, aynı zamanda, daha fazla sayıda kölenin İngilizlere akın etmesini önlemek üzere Vatanseverlerin Kıta Ordusunda hizmet karşılığında kölelere özgürlük teklif etme kararını da hızlandırmıştı.
Kuzey Amerika’daki İngiliz Ordusu Başkomutanı Sir Henry Clinton, Philipsburg Bildirisini yayınlamıştı. Daha önceki Lord Dunmore Bildirgesinin bir uzantısı olan Philipsburg Bildirisi, Vatansever/Patriot sahiplerinden kaçan kölelerin, yaş veya cinsiyetlerine bakılmaksızın İngiliz hatlarına ulaşmaları halinde serbest bırakılacaklarını öngörüyordu. Bu iki bildiri sayesinde tahminen 20.000 Afrikalı Amerikalı savaş sırasında İngilizlere sığınmışlardı; General George Washington’un kölelerinden 17’si, bir İngiliz savaş gemisine sığınmak amacıyla Vernon Dağından kaçmışlardı. Britanya Yanlısı pekçok Siyahi ve kaçak köle, Amerikan kırsalına aşina oldukları için çeşitli seferler sırasında İngiliz Ordusuna rehberlik etmişlerdi.
Britanya Yanlısı Siyahilerin (Loyalists) çoğu İngilizlerin safında savaşmaya başlamışlardı. İngilizler; Sannah Kuşatmasında (16 Eylül - 20 Ekim 1779), Fransız-Amerikan saldırısına karşı savunmalarını güçlendirmek üzere Siyahi Yanlıları askere almışlardı. Bunlara ek olarak, tamamen siyahilerden oluşan birkaç milis birimi de oluşturulmuştu. En ünlüsü, Albay Tye komutası altında New Jersey’in Montmouth bölgesinde faaliyet gösteren, İngiliz Yanlısı 24 Siyahi birimlerden oluşan Siyahi Tugay idi. Kendisi de kaçak bir köle olan Albay Tye, savaşın en korkulan Loyalist partizanlardan biri haline gelmiş ve aldığı bir yaranın yol açtığı enfeksiyondan ölmeden önce, 1780 yazında, önde gelen bazı New Jersey Vatanseverlerin evlerine birkaç başarılı baskın düzenlemişti.
Tamamen Siyah Askeri Birimler
Her iki tarafta yer alan Siyahi askerlerin çoğu entegre birliklerde görev yaparlarken, tamamen Siyahilerden veya ağırlıklı olarak Siyahilerden oluşan askeri birimlerin birkaç örneği de vardı. Loyalistler tarafında yer alıp en öne çıkanı Lord Dunmore’un Etiyopya Alayı idi. Beyaz Subayların komuta ettiği Etiyopya Alayı, Vatansever efendilerinden kaçan kölelerden oluşuyordu. Her bir siyahi askere, üzerinde “kölelere özgürlük” ibaresi yazılı bir üniforma verilmişti. Etiyopya Alayı;1775 yılı sonlarında ve 1776 yılı başlarında, Virgina’da birçok çatışmaya katılmıştı. Ancak, bir çiçek hastalığı salgını nedeniyle saflarında büyük oranda azlma olmuş ve birim 1776 yılında dağıtılmıştı. Etiyopya Alayından pek çok siyahi gazi, Britanya Yanlısı/Loyalist milisleri ve Siyahi Tugayın da aralarında bulunduğu Albay Tye komutasındaki bir birim de dâhil olmak üzere İngilizler için savaşmaya devam etmişlerdi. Siyahi Tugay, komutanı Tye’nin ölümünden sonra faaliyetlerine devam etmiş ve üyeleri daha sonra Kanada’ya yerleştirilmişleri.
Vatansever/Patriot safında olan 1.Rhode Island Alayı, çoğunlukla Siyahi ve Kızlderili birimlerden oluşan bir askeri birlik idi. Alay komutanı Albay Christopher Greene, özgürlük karşılığında köle erkekleri askere almakla görevlendirilmiş ve bunun sonucunda 225 askerden 140’ı Siyahi veya Yerli asker alayda savaşmıştı. Alay, Rhode Island Muharabesinde (29 Ağustos 1778) son derece iyi bir performans sergilemişti; burada bir dizi Hessian saldırısına karşı sağ kanadı tutmuş, Patriot General John Sullivan ve Marquis de Lafayette’ten övgü almıştı. Alay, Yorktown Kuşatmasına kadar hizmet vermeye devam etmiş; bu sırada bir Fransız subayı, Siyahi askerleri “en düzgün giyimli, en iyi silahlı ve bütün manavralarda en hassas olanlar” şeklinde tanımlamıştı (Kaplan, 56). Bu Alay, 1783 yılında Kıta Ordusunun geriye kalanıyla birlikte dağıtılmıştı.
Savaştan Sonra
1781 yılı, Ekim ayında, Yorktown Kuşatmasında Vatansever/Patriot zaferinden sonra Siyahi Loyalistlerin yanlış tarafa bahis oynadıkları anlaşılmıştı. Ateşkes müzakerilerinin bir parçası olarak, General Washington’a, İngiliz ordusunun savaş sırasında el koyduğu Vatansever bütün özel mülklerin iadesini de müzakere etmesi talimatı verilmişti. Bu konuya İngiliz hatlarının arkasına sığınan binlerce kaçak köle de dâhil idi. Kısa bir süre için özgürlüğün tadına varan Siyahi Loyalistler, yakında esaret dolu bir hayata tekrar geri döneceklermiş gibi görünüyorlardı. Şans eseri, Britanya’nın yeni Başkomutanı Sir Guy Carleton, Siyahi Loyalistlere/Britanya Yanlılarına, bağlılıklarını onurlandırmaya kararlıydı. Başkomutan Carleton, Washington taleplerine boyun eğmek yerine bir uzlaşma önerisinde bulunmuştu: Şayet Patrtiotlara, Siyahi Loyalistlerin İngiliz ordusuyla birlikte tahliye edilmelerine izin verilirse, o zaman Britanya Hükümeti bütün Patriot köle sahiplerine, kaybettikleri her köle için mali olarak tazminat ödeyecektir.
Konuyla ilgili Barış Müzakerelerini tehlikeye atmak istemeyen General Washington, İngiliz Başkomutan Carleton önerisini kabul etmişti. 1783 yılı, Kasım ayında New York City’yi tahliye eden İngiliz ordusuna 3000’den fazla Siyahi Loyalist/Britanya Yanlısı eşlik etmişti. Birçoğu başlangıçta Nova Scotia’ya yerleşmiş ve Birchtown topluluğunda ikamet etmeye başlamıştı. Bununla birlikte, pek çok Siyahi Loyalist Birchtown’daki yaşam tarzını perişan bulmuştu; rahatsız edici bir iklim, yetersiz malzeme ve yerel yönetimden destek eksikliği ile karşı karşıya kalmıştı. Ek olarak, Birchtown’un özgür Siyahileri, Kanadalı komşuları tarafından sürekli ayrımcılığa maruz kalmış ve 1784 yılında Shelbourne Ayaklanmaları sırasında şiddetin hedefi haline gelmişlerdi. Sonuç olarak, 1200 Siyahi Loyalist, 1792 yılında Nova Scotia’dan ayrılarak Batı Afrika’da yeni İngiliz kolonisi Freetown, Sierra Leone’ye yerleşmeyi seçmişlerdi. Diğer birçok Siyahi Loyalist de Devrimin ardında Amerika Birleşik Devletlerinden (ABD) ayrılarak Batı Hint Adalarına ve Florida’ya yerleşmişlerdi. Ancak, İngilizler, kendileriyle birlikte tahliye edilen her bir köleyi serbest bırakmamışlardı, çünkü hala İngiliz ordusuyla birlikte ayrılan ve kölelerini tutmalarına izin verilen çok sayıda Britanyalı köle sahibi vardı. Britanya’da kölelik en sonunda 1807 yılında kaldırılmıştı.
Siyahi Vatanseverlere gelince, 1783 yılı, Aralık ayında Kıta Ordusu dağıtıldıktan sonra askerlik hizmetinden muaf olmuşlardı. Savaştan önce köleleştirilmiş olanların çoğu, Kongre’nin söz verdiği gibi serbest bırakılmışlardı. Ancak kurnaz bazı köle sahipleri sözlerinden caymanın ve kölelerini esaret altında tutmanın yollarını buldukları için bir kısım köleler serbest bırakılmamışlardı. Hatta bazıları buldukları birçok fırsattan istifade ederek siyahi gazileri kaçırmış ve yeniden köle olarak satmışlardı. Ancak, özgürleşen Siyahi askerlerin çoğunluğu için savaş sonrası ABD’de hayat kolay olmamıştır. Kongre, Kıta Avrupası askerlerine borçlu olduğu geçmiş maaşları ve emekli maaşlarını ödemekte zorlanmıştı. Bu durum bütün askerler için zor olsa da, beyaz meslektaşlarına göre çok az istihdam fırsatına sahip olan Siyahi gaziler için durum daha da kötü olmuştur. Birçoğu çiftliklerde düşük ücretli iş bulabilmiş ve kölelikten biraz daha iyi bir durumda bir hayat süreebilmişlerdir. Kongrenin, 1792 yılında beyaz olmayanların ABD ordusunda hizmet etmesini resmi olarak yasaklamasından dolayı siyahi askerler orduda geçimlerini bile sağlayamiyorlardı.
Bazı beyaz subaylar, daha önce komutaları altında görev yapan Siyahi askerleri yalnız bırakmamışlardı. 1.Rhode Island’dan Yarbay Jeremiah Olney gibi bazı subaylar, Siyahi gazilerin alacaklı oldukları geçmiş dönem maaş ve emekli maaşlarını almak üzere dava açmalarına yardımcı olmak üzere sık sık mahkemeye giderlerdi. Rhode Island Meclisi, Yarbay Olney savunma yapma çabası sayesinde, 1785 yılı, Şubat ayında bütün toplulukların, kendi geçimlerini sağlayacak imkânı olmayan Siyahi ve Yerli gazilere yardım etmesi için bir kararname yayınlamıştı. Kuzey Eyaletleri, Birleşik Devletlerin var olmaya başladığı ilk birkaç on yıllık dönemde, aşamalı olarak köleliği kaldırmış, daha sonra Amerikan İç Savaşına (1861-1865) yol açacak olan “özgür devletler” ile “köleci devletler” arasındaki ayırımı yapmışlardır.
Sorular & Cevaplar
Afrika kökenli Amerikalıların Amerikan Devrimindeki rolü neydi?
Afrikalı Amerikalılar, Amerikan Devrimi sırasında, hem Vatansever ve hem de Britanya Yanlısı tarafta önemli roller oynamış; cephede asker ve sahada casus olarak hizmet vermişlerdi. Her iki tarafta, destekleri karşılığında Afrikalı Amerikalılara kölelikten kurtulma sözü verilmiştir.
Amerikan Devriminden sonra Siyahi Britanya Yanlılarına/Loyalistlere ne olmuştu?
Amerikan Devriminden sonra binlerce Siyahi Loyalist İngiliz Ordusyla birlikte tahliye edilmiş ve sonunda Nova Scotia, Batı Hint Adaları, Florida ve Sierra Loene’ye yerleşmişlerdi.
Amerikan Devriminden sonra Siyahi askerlere ne oldu?
Siyahi askerlerin çoğu Amerikan Devriminden sonra özgürlüklerini kazanmış olsalar da, Kongre’nin borçlu olduğu çoğuna, geriye kalan maaşları ve emekli maaşları verilmemişti, bu da savaş sonrası Amerikan Birleşik Devletlerinde siyahi gazilerin yaşam zorluğunu artıran konu olmuştur.
Sömürge Amerikasında kadınların siyasetle ilgilenmeleri engelleniyor, bunun yerine yalnızca ev işleri ve çocuk bakımı gibi geleneksel “kadın” işlelerine odaklanmaları bekleniyordu. Bununla birlikte Kadınlar, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bağımsızlığının kazanılmasında çok önemli bir rolü olan Amerikan Devrimi (1765-1789) sırasında gösterdikleri çabalarıyla bu tarz cinsiyet rollerine de meydan okumuşlardır.
Sömürge Amerikası kadınları, 13 Koloni ile Büyük Britanya arasındaki gerilimin ilk işaretlerinden itibaren kendi siyasi seslerinin bilincine varmışlardı. Kadınlar, İngiliz malı ithalatına yönelik boykotlarının ardında itici güç olmuş, İngiliz çayını, yerine yerel bitkisel çayları ikame edecek şekilde reddetmiş ve İngiliz malı kumaşa olan bağımlılığı azaltmak üzere dönen arılar diye tanımladıkları (spinning fees) kumaş ipliği eğirme mekanizmaları ile kendileri kumaş üretmişlerdir. Mercy Otis Warren ve Phillis Wheatley gibi kadın yazarlar komuoyunun İngiliz yönetimine karşı harekete geçmesine yardımcı olurlarken, yüzlerce kadın da çamaşır yıkama, hemşirelik ve yemek pişirme gibi temel görevleri yerine getirmek üzere Kıta Ordusuna eşlik etmişlerdi. Hatta Margaret Corbin, Mary Ludwig Hays ve Deborah Sampson gibi bazı kadınlar silah alıp İngilizlere karşı cephede savaşmışlardı. Kadınlar, savaştan sonra da, siyasi açıdan erkeklerle daha eşit görülmüyor olsalar da, kadınların toplumsal olaylara katılması ABD’deki kadın hakları uzun mücadelesinde hayati bir ilk adım olduğu ortaya çıkmıştır.
Sömürge Amerika’da Kadınların Rolü
İngiliz yerleşimcilerinin “ikinci dalga” akını 1608 yılı, Ekim ayında, bölgenin yerli nüfusunu oluşturup desteklemek üzere Virginia’daki Jamestown Kolonisine gelmişti. Bu yeni akınla gelenler arasında, gemi manifestosunda “Mistress Forrest” olarak adı yazılan eşi ve onun hizmetçisi Anne Burras’ın eşlik ettiği bir finansçı Thomas Forrest de vardı. Mistress Forrest ve hizmetçisi Anne Burras, Jamestown’a yerleşen ilk iki İngiliz kadın olmuşlardı. Anne Burras aynı yılın sonlarında evlenmiş ve Virginai’da doğum yapan ilk İngiliz kadın sıfatıyla ek ayrıcalıklardan yararlanmıştır. Virgina Şirketinin, kendi kendine yetebilen bir İngiliz nüfusu oluşturmak üzere büyük sayıda kadın grupları göndermeye karar verdiği 1619 yılına kadar, İngiliz kadınlar sonraki on yıl boyunca arada bir Jamestown’a gelmeye devam etmişlerdi. 1620 yılında, çoğu yoksul ailelerden gelen 90 bekâr kadın, Jamestown gelinleri veya “tütün gelinler” olarak adlandırılan ilk grup gelin Virginia’ya gelmişlerdi. Jamestown erkek yerleşimcileriyle evlendirilmiş ve bu kadınların her biri Virgina Şirketine 120-150 poundluk tütün çeyizi ödemişlerdi. Sonraki yıllarda Jamestown gelinlerinden oluşan başka gruplar da gelmeye devam etmişlerdi.
KADINLARIN, “KADINLIK ALANI” İÇİNDE KALMASI VE SADECE ALÇAKGÖNÜLLÜK, NEŞELİLİK, SABIR VE İFFET GİBİ KADINSI ÖZELLİKLERİ SERGİLEMELERİ BEKLENİYORDU.
Sonraları artan kadın nüfusuyla karşı karşıya kalan Jamestown kolonicileri, İngiltere’deki işleyişe benzer bir cinsiyet hiyerarşisi uygulamaya koymuşlardı. Evli veya himaye edilmiş bir kadın (feme covert) yasal olarak kocasının yetkisi altına girmiş kabu ediliyordu; mülk sahibi olamıyor, sözleşme imzalayamıyor ve kazandığı parası da kocasına ait oluyordu. Bir kadın evlendikten sonra genellikle ev hanımı rolüyle sınırlı kalıyordu; yani, saatlerce temizlik, yemek ve ütü yapmak, dikiş ve bahçe işleriyle uğraşmak. Boşanma zor oluyor ve genellikle sadece önceden var olan bir durumun ilk evliliği geçersiz kılması durumunda izin veriliyordu. Birçok sömürge kadını evliliğinin geleceği konusunda endişe duyuyordu; bir kadının evliliği, kendi aile evinin aşinalığından gelen kişiliği yanlış değerlendirmiş olabileceği bir erkek tarafından kontrol edilen bilinmeyen bir geleceğe doğru “karanlık bir sıçrama” olarak tanımlanıyordu (Norton, 42). Yine de evlilik hayatı, uzun süre bekâr bir kadın (ya da yalnız bir kadın) olarak kalmaktan daha cazip geliyordu, çünkü evde kalmış kızlar genellikle sosyal hiyerarşinin en alt sırasında yer alıyorlardı.
Sömürge Amerikan kadınlarının statüsü koliniden kolniye göre değişiyor ve büyük ölçüde sosyal sınıfa bağlı oluyordu. Örneğin varlıklı kadınlar genellikle alt sınıftaki kadınlara göre daha iyi bir eğitim almış oluyorlardı; tıpkı Kutsal Kitap İncil’i okumak üzere sıklıkla okuma yazma öğretilen Püriten New England kadınları gibi. Ancak, genel olarak kadınların “dişil alan” içinde kalması ve yalnızca tevazu, neşelilik, sabır ve iffet gibi kadınsı özellikler sergilemeleri bekleniyordu. Eril alan olarak kabul edilen konularda, özellikle de politika ile ilgilenme cesaretleri engelleniyordu. Erkek dini liderlerin otoritesine meydan okumasında sonra 1637 yılında Massschusetts’ten sürülen Anne Hutchinson örneğinde olduğu gibi, sömürge kadınlarının siyasete dâhil olma girişimleri cezayla karşılanıyordu. Tarihçi Mary Beth Norton’un işaret ettiği üzere, Amerikan Devrimi’nin olması, sömürge Amerikan kadınlarına ilk kez, kendilerini ifade etme konusunda siyasi bir ses kazandırmış ve ABD’de kadın haklarının gelişme kaydedilmesinde bir kıvılcım olmuştur.
Kadınların Siyasete Katılması
İngiliz Parlamentosunun, 1760’larda, birçok Amerikan sömürgesinde yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kınanan bir dizi vergi politikasını kabul etmesiyle On Üç Koloni ile Büyük Britanya arasındaki gerilim artmaya başlamıştı. Damga Yasasına (1765) ve Townshend Yasalarına (1767-1768) karşı protestoların isyanlara dönüşmesinin ardından Parlamento, Kraliyet otoritesini yeniden tesis etmek üzere Boston gibi sömürge şehirlerine asker sevkiyatı yapmış, bu da yaşanan sosyal çatışmayı daha da tırmandırmıştı. Siyasetin “kadına yakışmayan” bir faaliyet olduğu fikrine rağmen, o döneme ait mektup ve günlük yazılarında, sömürge kadınlarının da bu siyasi gelişmelerle en az erkekler kadar ilgili oldukları anlaşılıyor. Sonuçta kadınlar da Parlamento vergilerinden erkeklerle eşit derecede etkilenmiş ve Boston şehrinin İngiliz askerlerince işgal edilmesi konusunda en az erkekler kadar öfkelenmişlerdir. Vatanser Cephe Yanlısı kadınların çoğu, bu politilkaları protesto etmek üzere geleneksel cinsiyet normlarını bir kenara atmış, yapılan gösterilerde erkeklerle birlikte yürümüş, Britanya Yanlılarını/Loyalistleri ve vergi memurlarını taciz etmiş, istifçi olduklarına inanılan tüccarların mallarına el koymuşlardı.
Sömürge Amerikan kadınları, aynı zamanda, İngiliz mallarına yönelik boykot eylemlerinde itici güç olmuşlardı. Birçok sömürge kadını, 1773 yılında çıkarılan Çay Yasasına karşı tepki olarak, İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin ithal ettiği çayı satın almamış ve bu çayı kocalarına ikram etmeyi de reddetmişlerdi. Bunun yerine yerel bitkisel çaylarına ve kahveye rağbet etmişlerdi. Kadınlar, Boston’un her bir yerinde, “istismar edilen bu ülkeyi yıkmadan ve kölelikten kurtarmak” üzere İngiliz çayını içmekten kaçınacaklarına açıkça yemin etmişlerdi (Schiff,178). 25 Ekim 1774 tarihinde, 51 kadından oluşan bir grup, Elizabeth King’in Edentonda, Kuzey Carolina’daki evinde bir araya gelerek “kamu yararı” adına bütün İngiliz ithalatını boykot edecek bir anlaşma yapmışlardı (Norton,161). Edenton Çay Partisi olarak bilinen bu etkinlik, ABD tarihinde kadınların gerçekleştirdiği ilk organize siyasi eylemlerden biri olmuştur.
Sömürge Amerikan kadınlarının İngiliz mallarına yönelik boykotu desteklemelerinin başka bir yolu da dönen arılar olarak tanımladıkları iplik eğirme mekanizmalarınu kullanmaları olmuştur. Giysilerin çoğu İngiliz ithal kumaşından üretildiğinden dolayı Vatansever/Patriot kadınlar, kumaş ipliğini kendileri eğirmek suretiyle İngiltere’ye olan bağımlılığı azltmaya karar vermişlerdi. İplik Eğirme Arıları olarak tanımladıkları mekanizmaları çalıştırıp döndürmek üzere sabahın erken saatlerinden itibaren işe başlıyor ve 20 ila 40 kadından oluşan gruplar, yerel bir temsilcinin evinde toplanıyorlardı (bazı gruplar 100 kadar sayıdaydı). Kadınlar, kumaş ipliği eğirmekle, gündemdeki siyaset konuları tartışmakla ya da birbirleriyle dostça rekabet ederek günlerini geçiriyorlardı. Daha sonra, temsilcinin gündemle ilgili bir konuşmasının ardında, akşam karanlığında, evlerine gitmek üzere dağılıyorlardı.
İPLİK EĞİRME ARILARI OLARAK ADLANDIRILAN DÖNEN MEKANİZMALAR, 1766 YILINDA, BOSTON’DA KURULMUŞ, SİYASİ OLARAK AKTİF KADINLARDAN OLUŞAN BİR GRUP OLAN ÖZGÜRLÜK KIZLARINCA ORGANİZE EDİLMİŞTİR.
Bu türden iplik eğirme arıları diye tanımlanan mekanizmaların çoğunu, 1766 yılında Boston’da kurulan, politik olarak aktif kadınlardan oluşan bir grup olan Özgürlük Kızlarınca organize edilmişti. Özgürlük Kızları grubu, boykotları yaygınlaştırma çabalarının yanı sıra, aynı zamanda, siyasi protesto eylemlerine de katılmışlardır. Grubun kurucu üyelerinden biri olan Sarah Bradlee Fulton, Boston Çay Partisi eylemi sırasında Özgürlük Oğulları grubu eylemcilerinin kimliklerini İngiliz yetkililerden gizlemek üzere Mohawk kıllığına girmeyi de önermiştir. Sarah Fulton, 342 kasa çay Boston Limanına döküldükten sonra, eylemin faillerinden bazılarını evinde saklamış ve yüzlerindeki boyayı da çıkarmıştır. Bu nedenle Fulton’a “Boston Çay Partisi Annesi” lakabı verilmiştir.
Sarah Breedle Fulton, Vatansever protestonun ön saflarında yer alırken, diğer kadınlar da ellerine kâğıt ve kalem alarak Amerikan devrim ateşini körüklemişlerdi. Örneğin, Mercy Otis Warren, Britanya Yanlıları/ Loyalistleri eleştiren ve Vatanseverleri cesaretlendiren çok sayıda hiciv yazısı yazan New England’lı bir oyun yazarıydı. Başka bir örnek ise, Boston’da köleleştirilmiş bir kadın yazar Philis Wheatly entelektüel çalışmaları son derece popüler olup kamuoyunun Patriot’lar lehine yönlendirilmesinde etkili olmuştur.
Sömürge Amerika’sında cinsiyet rollerinin olağan katılığına rağmen, erkek devrimci liderler, durumu kadınları hesaba katmadan olmayacak derecede önemli olduğunu görmeleri nedeniyle kadınların da katılımını teşvik etmişlerdi. Dağıtılan broşürler ve yaygın halde yapılan duyurular, kadınları İngiliz mallarını boykotu devamına teşvik etmiştir. Protesto haraketlerini örgütleyen siyasi bir figür Sammuel Adams şunu belirtmiştir: “Kadınlar da saflarımızda yer alırlarsa her bir Tory’yi (İngiliz Yanlısı) titretebiliriz” (battlefields.org).
İngiltere ile savaş ufukta belirirken, Vatansever kadınlar ordunun savaş hazırlıklarında yardım etmişlerdi. 1774 yılı, Eylül ayında Massachusets’li kadınlar milis cephedeki erkekler için yiyecek ve malzeme temin etmek üzere çalışmışlardı. Bir gözlemcinin, “kadınların ve çocukların fişek attıklarını, kurşun sıktıklarını, ama aynı zamanda, ağlayıp inlediklerini ve kocalarını veya oğullarını bir daha görüp göremeyeceklerini bile bilmeden özgürlükleri için savaşmaları amacıyla onları cesaretlendirdiklerine” tanık olduğunu ifade etmiştir (Norton’dan alıntı,167). Pek çok kadın da, en az erkekler kadar, savaşmak üzere cepheye katılmaya istekliydi: Hessian bir generalin karısı olan Barones de Riedesel, yazdığı günlüğüne Amerikalı bir kızın şöyle bağırdığını duyduğunu kaydetmiştir: “Ah keşke, İngiltere Kralı burada olsaydı, onun vücudunu nasıl da parçalara ayırır, kalbini dışarı çıkarır, bu kömür üzerinde pişirip yiyebilirdim” (Middlekauff,551). Kızın yaptığı açıklamada görülen şiddet ve bariz bir politik tavır Alman Barones’i şoke ertmiştir.
Nihayet, 1775 yılı, Nisan ayında savaş başladığında, birçok kadın da Kıta Ordusuna eşlik etmeye başlamıştı. 18.yüzyıl ordularının çoğu çamaşırcı, terzi, hemşire ve aşçı gibi temel görevleri yerine getiren “kamp takipçileri” olarak bilinen kadınlarla birlikte bir yerden başka bir yere hareket ediyorlardı. Kamp takipçisi bu kadınlar, çoğu zaman berbat olan yaşam koşullarına ve çoğu da kadınları baş belası olarak gören Amerikalı subayların küçümseyen tavırlarına da katlanmak zorunda da kalıyorlardı. Ancak, bu zorluklara rağmen, kadınların kamp takipçisi olmayı seçmesinin başka birkaç nedeni daha vardı: Bazıları vatanseverlik duygusuyla ya da ayrılmak istemedikleri kocalarına veya oğullarına duydukları sevgiyle hareket ediyorlardı. Diğer bir kesim ise, geçinemedikleri için, açlık ve yoksulluk riskine katlanmak yerine orduya eşlik etmeyi seçmişlerdi. Martha Washington gibi bazı kadınlar da her zaman ordu kamplarında kalmıyor, ancak kış kamplarında kocalarına destek olmak için peryodik olarak orduyu ziyaret ediyorlardı.
Kadınların savaşçı olmadığı düşünülmesine rağmen, birçok Vatansever kadın İngilizlere karşı cepheye silah taşımış ve savaşmışlardır. Örneğin Margaret Corbin, bir topçu olan John Corbin’in karısı olarak Kıta Ordusuna eşlik etmiştir. John Corbin, Fort Washington Muharebesinde (16 Kasım 1776) öldüğünde, karısı Margaret onun yerini almış ve aldığı birkaç yaradan dolayı çaresiz kalıncaya kadar topu eteşlemeye devam etmiştir. Savaştan sağ kurtulmuş ve ABD’den askeri emekli maaşı alan ilk kadın olmuştur. İki yıl sonra yapılan Monmouth Muharebesi (28 Haziran 1778) sırasında diğer bir kadın kahraman Mary Ludwing Hays ise cepheye su taşıyor ve susuz kalmış askerlere su vermek için sağa sola durmadan koşturuyordu. Bir topçu olan kocasının sıcaktan bitkin bir şekilde bayıldığı zaman, Mary Hays onun yerini almaktan hiç tereddüt etmemiş ve savaşın geriya kalan zamanında topu ateşlemeye devam etmiştir. Amerikan Edabiyatında sevilen efsanevi ve Amerikan Bağımsızlık Savaşında kahramanlık gösteren “Molly Pitcher” foklorik karekterinin hem Margaret Corbin ve hem de Mary Hays birleşimi bir kadın karakter olduğu düşünülüyor.
Savaş kahramanı diğer bir kadın, erkek kılığına giren ve 1781 yılında Robert Shurtleff takma adıyla Kıta Ordusuna katılan Deberoh Sampson olmuştur. Sampson, New York; Westchester County kentinde Britanya Yanlılarıyla/Loyalistlerle çıkan çatışma sırasında kalçasından bir kurşun yarası almıştı. Ordu cerrahlarının kimliğini ifşa etmelerinden çekindiği için sahra hastahanesinden kaçmış; bir çakı ile kurşunu çıkarmış ve bir dikiş iğnesi kullanarak yarasını kendisi dikmiştir. Ancak ertesi yaz ateşi çıkmış ve bir doktor onu tedavi ederken kadın olduğu anlaşılmıştı. Deberoh Sampsom, onurlu bir şekilde terhis edilmiş ve bir çiftçiyle evlenmişti. Kongre, 1805 yılında, hizmetinden dolayı kendisine aylık emekli maaşı bağlamıştır.
Savaşta yardım edem Vatansever kadınların hepsi elbette Kıta Ordusu neferleri değillerdi. Örneğin İngilizlerin, Danbury; Connecticut’ta bir silah stoku olduğu dopuyu keşfedip baskın düzenledikleri 26 Nisan 177 tarihinde Sybil Ludington, daha 16 yaşında genç bir kız idi. Ludington atına binmiş ve şiddetli bir yağmur fırtınasına rağmen milis güçlerine haber vermek üzere Nerw York, Putnam ve Dutchess kasabalarına gitmek üzere 40 mil (64 Km) mesafe yol almıştı. Onun haber verme çabası sayesinde Vatansever/Patriot Milisleri, ertesi gün Ridgefield Muharabesinde İngiliz güçlerini geri püskürmeyi başarabilmişlerdi. Sybil Ludington öyküsünün bazı unsurları kimi tarihçiler tarafından sorgulanma konusu olsa da, Amerikan folklor Edebiyatında kadın, Pual Revere kahraman olarak kutlanır.
Savaş Hattının Arkasındaki Kadınlar
Pekçok kadın kamp takipçisi olarak savaşı desteklerken, büyük çoğunluk sivil olarak ön savların gerisinde kalmış ve yine de pek çok sivil kadın savaş çabalarını ellerinden geldiğince desteklemişlerdi. Philadelphia Valisi eşi Esther de Berdt Reed, 1780 yılında, Kıta Ordusu için 300.000 Dolardan fazla para toplayan kadınların organize ettiği bir bağış toplama etkinliği düzenlemişti. Buna ek olarak, dönen arılar olarak tanımladıkları iplik eğirme mekanizması çalışmalarına savaş boyunca devam etmiş ve çalışan kadınlar olarak faaliyet odak noktalarını cephede savaşan askerler için gömlek ve üniforma üretmeye yöneltmişlerdi. Kocalarının askere alınmasıyla birlikte, kasabadaki birçok Vatansever kadın yasayı uygulamaya, boykot anlaşmalarını ihlal edenleri ifşa etme ve cezalandırmaya başlamıştı. Ancak, sivil kadınların çoğu, erkekler savaştayken kocalarının malikânelerini yönetmek ve işlerini çekip çevirmekle meşgul olmuşlardı. Bu durum, orta ve üst sınıfa mensup kadınlara, devrimden önce ancak hayal edebilecekleri bir özgürlük kazandırmıştı. Kocaları, genellikle emir dikte edemeyecek kadar askeri ve siyasi işlerle meşgul oldukları için kadınlara evlerini ve aile maliyesini yönetme konusunda daha fazla özerklik alanı kalıyordu.
Sivil kadınlar da savaşın getirdiği yıkımdan kurtulamamışlardır. New York ve Philadelphia gibi İngiliz Ordusunun işgal ettiği şehirlerde ev sahibi kadınlar, İngiliz ve Hessian subaylarına kalacak yer sağlamak zorunda kalmışlardı. Bazı subaylar Amerikalı velinimetleri kadınlara karşı kibar davranırlarken, diğerleri ise baş belası ve kabadayı olmuşlardır. İngiliz ve Hessian askerleri birçok kez zoraki evlere girip istediklerini almışlardı (bu davranışları elbette İngiliz askerleri ve müttefikleriyle sınırlı değildi). Birçok çatışmada olduğu gibi cinsel saldırı da korkunç bir savaş silahı olarak kullanılmıştır. Bazı İngiliz askerleri, New York ve New Jersey Harekâtında Washington ordusunu yakalayamadıklarından dolayı İngiliz işgali altındaki New York City’de Amerikalı kadınlara cinsel saldırıda bulunarak hayal kırıklıklarını gidermişlerdi. Genç bir İngiliz subayı olan Lord Francis Rawdon, yazdığı bir mektubunda, bu tarzda saldırıların sıklığı konusunda şöyle ifade ermiştir: “Bir kız, çok yakın bir tecavüz riskiyle karşı karşıya kalmadan bir gül koparmak için çalıların arasına adım atamaz ve sonuç olarak biz hergün askeri mahkemelerde çok eğlenceli vakit geçiriyoruz” (McCullough, 142).
İngiliz subayı Lord Rawdon’un bu nahoş tutumuna rağmen, İngiliz askeri mahkemeleri kimi zaman cinsel şiddet eylemlerini daha ciddiye almış ve hüküm giymiş bazı askerlere ağır cezalar vermişlerdi. Sivil kadınlar, savaş sırasında evlerini boşaltmamaları halinde ikinci kez zarar görme riskiyle karşı kaşıya kalmışlardı. Connecticut Çiftlikleri Savaşı (07 Haziran 1680) şiddetle devam ederken, kasaba papazı karısı Hannah Caldwell, çocuklarıyla birlikte evine sığınmıştı. Ancak başıboş bir kurşun pencereden içeri girerek Caldwell’in kızının gözü önünde ölmesine yol açmıştı. Bu nedenle, sivil kadınlar da en az kamp takipçisi kadınlar kadar savaştan etkilenmişlerdi.
Sonuş
Abigail Smith Adams, 31 Mart 1776 tarihinde, Philadelphia’daki İkinci Kıta Kongresinde delege olarak görev yapan kocası John Adams’a şöyle bir mektup yazmıştı:
Kadınları anmanızı ve onlara karşı atalarınızdan daha cömert olmanızı ve iyilik yapmanızı diliyorum. Kocalarının eline bu kadar sınırsız bir güç vermeyin. Ellerinden gelse bütün insanların zalim olacağını unutmayın. Kadınlara karşı özel bir özen ve dikkat gösterilmez ise, bir isyanı teşvik etmeye kararlıyız, söz ve temsil hakkımızın olmadığı hiçbir Kanuna (Adams aile belgeleri) bağlı kalmayız.
Gelecekteki First Lady’nin bu sözleri Amerikalı kadınların siyasi sesinin, Amerikan devriminin çalkantılı yılları sırasında ne kadar geliştiğinin göstergesidir. Jemestown şehrinin kuruluşundan beri siyasi katılımları büyük ölçüde yasaklanan kadınlar, birden bire kendilerini devrimci bir hareketin ön saflarında bulmuşlardı. Tıpkı erkekler gibi kadınlar da Amerikan özgürlüğü uğruna savaşmış, kan dökmüş ve ölmüşlerdir. Savaş sonrası dönemde ABD’de kadınlara öncesine göre biraz daha fazla özgürlük tanınmıştı. Örneğin, cumhuriyetin erdemli vatandaşlarını yetiştirme ihtiyacı anlamında; kadınların gelecek nesil Amerikalıları eğitebilecekleri yönde eğitim alma olasılıklarının daha yüksek olduğu anlamına geliyordu. New Jersey’de Eyalet Anayasasında yer alan muğlak ifadeler sayesinde kadınlara geçici olarak oy kullanma hakkı da verilmişti. Ancak, 1807 yılında kabul edilen bir yasa ile bu Eyalette kadınların oy kullanma hakkı sona ermiş ve Amerika Birleşik Devletlerinde (ABD) kadınların oy kullanma hakkını yeniden elde etmeleri onlarca yıl almıştır.
Abigail Adams’ın “kadınları hatırlayın” yönündeki çağrısı büyük ölçüde dikkate alınmamış olsa da, Amerikan Devrimi, ABD’deki kadın hakları hareketinde önemli bir ilk adım olmuştur. Bu adım, sınırlı ve geçici olsa da, Amerikalı kadınlara siyasi bir ses kazandırmış ve sonraki yüzyıllarda kadın hakları mücadelesini etkileyecek ateş kıvılcımını çakmıştır.
Sorular & Cevaplar
Amerikan Devriminde kadınların rolü neydi?
Kadınlar, Amerikan Devrimi sırasında, çay ve kumaş gibi İngiliz mallarına uygulanan boykotun arkasındaki itici güç olmuşlardı. Ayrıca kamp takipçileri olarak orduya yardım etmiş, savaşı desteklemek üzere para toplanmasında yardımcı olmuş, kocalarının yokluğunda mülklerinin yönetim işlerini üstlenmişlerdir.
Amerikan Devrimi bazı ünlü kadınları kimlerdi?
Amerikan Devrimi sırasında görev yapan birkaç ünlü kadın arasında; devrimi desteklemek üzere yazı yazan köle bir Afrikalı Amerikalı şair olan Phillis Whealty; kocasına “kadınları hatırlamasını” söyleyen John Adams’ın karısı Abigail Adams ve Boston Çay Partisinin Annesi olarak bilinen Sarah Bradlee Fulton vardı.
Özgürlük Kızları kimlerdi?
Özgürlük Kızları; 1776 yılında Boton’da kurulmuş, politik olarak aktif kadınlardan oluşan bir kadın örgüttü idi. Özgürlük Çocukları örgütünün kadın versiyonu olan Özgürlük Kızları, İngiliz malları boykotu eylemlerine katılmış ve Bostan Çay Partisi gibi protestolara katılmışlardır.
Edenton Çay Partisi neydi?
Edenton Çay Partisi, Kuzey Carolina, Edenton kentinde 51 kadının katılımıyla, Amerikan Bağımsızlık Savaşına giden yolda Britanya’dan yapılan bütün ithalatları bokot etmek amacıyla aralarında bir anlaşma yapılmıştı. Söz konusu bu kadın organizasyonu, ABD Tarihinde kadınların gerçekleştirmiş olduğu organize siyasi eylemlerinin ilk örneklerinden biri olmuştur