Antik Çin Sanatı

 

Antik Çin Sanatı: Tarihi, Özellikleri ve Etkileri

Antik Çin sanatı, üç bin yılı aşkın bir sürede gelişerek zengin ve çeşitlilik gösteren bir kültürel miras oluşturdu. Jeopolitik değişimlere, teknolojik gelişmelere ve yabancı etkilere rağmen, Çin sanatını diğerlerinden ayıran belirgin özellikler her zaman korunmuştur. Doğaya olan derin sevgi, sanatın ahlaki ve eğitici yönüne duyulan inanç, sadelik hayranlığı ve başarılı fırça darbelerine verilen önem, Çin sanatının temel unsurlarını oluşturur. Ejderhalardan lotus yapraklarına kadar uzanan geleneksel motifler, Çin sanatının karakteristik ögeleri arasında yer alır.

Bu sanatsal miras, Doğu Asya’daki birçok ülkenin sanat anlayışını derinden etkilemiş ve özellikle seramik, resim ve yeşim işçiliği alanlarında dünya çapında büyük takdir görmeye devam etmektedir.

Antik Çin'de Sanatın Amacı ve Önemi

Antik Çin sanatının diğer kültürlerden en büyük farklarından biri, sanatçıların büyük çoğunluğunun profesyonel olmaktan ziyade bilgin kişiler olmasıydı. Konfüçyüs’ün öğretilerinden etkilenen bu sanatçılar, sanatı sadece bir estetik araç olarak değil, aynı zamanda felsefi düşüncelerini ifade etme yolu olarak gördüler. Bu nedenle, Çin sanatı genellikle sade, minimal ve yapaylıktan uzak bir yapıya sahiptir.

Sanat, sadece bireysel bir ifade biçimi değil, aynı zamanda sanatçının karakterini ve erdemlerini yansıtan bir araç olarak kabul edilirdi. Konfüçyüsçü öğretilerde yer alan "Li" (uygunluk ve düzen) gibi kavramlar, sanatın temel ilkeleri arasında sayılırdı.    


antik çin


Çin’de Sanatın En Değerli Türleri: Hat Sanatı ve Resim

Antik Çin’de sanat denildiğinde en değerli iki dal öne çıkıyordu: hat sanatı (kaligrafi) ve resim.

İmparatorluk sarayları ve zengin patronlar için çalışan profesyonel sanatçılar olduğu gibi, sanatı sadece bir akademik uğraş olarak benimseyen elit kesimler de vardı. Bunun yanı sıra, zanaatkârlar da değerli malzemeleri işleyerek sanat eserlerine dönüştürse de, günümüz anlamıyla sanatçı olarak kabul edilmezlerdi.

Sanata duyulan ilgi zamanla artarak, koleksiyonculuk kültürü gelişti. Çin sanat tarihine dair rehberler ve sanatçıların eserleri hakkında bilgilendirici metinler yazıldı. Sanat, belirli kurallara göre değerlendirilir ve ustaların eserlerini kopyalamak, sanat eğitiminin önemli bir parçası haline geldi.

Antik Çin sanat eleştirmeni Xie He, MS 6. yüzyılda sanat eserlerini değerlendirmek için altı temel kriter belirlemiştir:

  1. Ruh Rezonansı (Canlılık) – Sanat eserinin ruh ve enerji taşıması.

  2. Kemik Yöntemi (Fırça Kullanımı) – Güçlü ve ustaca fırça darbeleri.

  3. Nesneye Uygunluk – Konunun gerçeğe uygun tasviri.

  4. Renk Kullanımı – Renklerin doğaya ve konuya uygun olması.

  5. Düzen ve Kompozisyon – Dengeli yerleştirme ve uyum.

  6. Kopyalama Yoluyla İletim – Usta sanatçıların eserlerini inceleyerek öğrenme.

Bu katı kurallar, sanatın yalnızca bir bireysel ifade biçimi olmadığını, topluma fayda sağlayan bir disiplin olması gerektiği inancını yansıtır.

Antik Çin’de Kaligrafi Sanatı

Hat sanatı (kaligrafi), Antik Çin’de en önemli sanat biçimlerinden biri olarak kabul edildi. Han Hanedanlığı (MÖ 206 - MS 220) döneminde gelişmeye başlayan bu sanat, sonraki iki bin yıl boyunca tüm eğitimli erkeklerin ustalaşması gereken bir alan haline geldi.

Kaligrafi, sadece güzel yazı yazmaktan ibaret değildi; farklı fırça darbeleri, akıcı bağlantılar ve sayfadaki boşlukların dengeli kullanımıyla estetik bir bütünlük oluşturuyordu. Zamanla kaligrafi, müzik, okçuluk ve matematik gibi klasik sanat dallarıyla eşit seviyede görüldü.

Resim sanatına da doğrudan etkisi olan hat sanatı, kompozisyon, boşluk kullanımı ve ritmik hareketler açısından ressamları da etkiledi. Resimlerde bile kaligrafik yazılar kullanılarak, sanat eserine anlam katan açıklamalar, başlıklar ve hatta şiirler eklenirdi. Bu uygulama o kadar yaygınlaştı ki, resimler sürekli olarak elden geçirilir ve üzerine yeni notlar eklenirdi. MS 7. yüzyıldan itibaren sanat koleksiyoncuları, eserlerin üzerine kendi kırmızı mühürlerini basarak sanatçıların imzalarına benzer bir gelenek oluşturdu.

Çin Resim Sanatı ve Formatları

Çinli sanatçılar, duvar resimlerinden ipek parşömenlere kadar birçok farklı yüzeye resim yaptılar. En popüler resim formatları şunlardı:

  • Duvar resimleri (MÖ 1100’den itibaren)

  • Tabutlar ve kutular üzerine yapılan resimler (MÖ 800’den itibaren)

  • Paravanlar üzerine çizilen sahneler (MS 100’den itibaren)

  • İpek parşömenler (yatay ve dikey formatlarda) (MS 100’den itibaren)

  • Sabit yelpazeler (MS 1100’den itibaren)

  • Kitap kapakları ve katlanır yelpazeler (MS 1450’den itibaren)

Çin resim sanatının en önemli özelliği, konuların farklı perspektiflerden ele alınması ve doğanın ruhunu yansıtma çabasıydı.

Sonuç 

Antik Çin sanatı, sadelik, doğa sevgisi ve estetik dengeyi merkeze alan bir anlayışa dayanıyordu. Kaligrafi ve resim, en prestijli sanat dalları olarak kabul edilirken, sanatın bireysel ifadeden çok toplumsal bir değer taşıdığı düşünülüyordu.

Bugün, antik Çin sanatının mirası dünya müzelerinde sergilenmekte ve Doğu Asya sanat anlayışını derinden etkilemeye devam etmektedir. Çin’in seramik, yeşim işçiliği, resim ve hat sanatındaki başarıları, sanata olan eşsiz yaklaşımlarını günümüze kadar taşımıştır.

Bereketli Hilal

 Bereketli Hilal: Medeniyetin Beşiği ve İnsanlık Tarihinin Başlangıcı

Bereketli Hilal, insanlık tarihinin en önemli bölgelerinden biri olarak kabul edilir ve "Medeniyetin Beşiği" olarak adlandırılır. Orta Doğu’da yer alan bu bölge, Basra Körfezi’nden başlayarak günümüzde Güney Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Kuzey Mısır’a kadar uzanan hilal şeklindeki coğrafyayı kapsar. Bu topraklar, Mısır ve Sümerler, Babilliler, Asurlular, Fenikeliler ve Antik Mezopotamya uygarlıkları tarafından şekillendirilmiş ve dünya tarihine büyük katkılar sunmuştur.

Bereketli Hilal'in İnsanlığa Katkıları

Bereketli Hilal bölgesinde gelişen uygarlıklar, insanlık bilgisinin hemen hemen her alanında ilerlemeler kaydetmiştir. Bu alanlardan bazıları şunlardır:

  • Bilim ve Teknoloji
  • Yazı ve Edebiyat
  • Din ve Mitoloji
  • Tarımsal Teknikler ve Sulama Sistemleri
  • Matematik ve Astronomi
  • Astroloji ve Zodyak Gelişimi
  • Hayvanların Evcilleştirilmesi
  • Uzun Mesafe Ticareti
  • Tıp ve Tıbbi Uygulamalar
  • Tekerleğin Keşfi
  • Zaman Kavramının Gelişimi

Bu katkılar, günümüz modern dünyasının temellerini atmıştır.

Eridu Limanı 


Bereketli Hilal Teriminin Ortaya Çıkışı

1916 yılında, ünlü Mısırbilimci James Henry Breasted, "Antik Çağlar: Erken Dünya Tarihi" adlı eserinde "Bereketli Hilal" terimini ilk kez kullanmıştır. Breasted’e göre bu bölge, Akdeniz’in güneydoğu köşesinden Basra Körfezi’ne kadar uzanan, açık tarafı güneye bakan hilal şeklinde bir coğrafyadır. Bu tanımlama, bilim dünyasında kabul görmüş ve bölgenin yaygın adı haline gelmiştir.

Bereketli Hilal, aynı zamanda Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi büyük dinlerin doğduğu yer olarak kabul edilir. Kutsal kitaplarda bölgeyle ilgili anlatımlar sıklıkla yer almakta, birçok dini hikâye ve efsane bu coğrafyada geçmektedir.

Medeniyetin Doğuşu ve Tarımsal Devrim

Bereketli Hilal, tarımın, kentleşmenin, yazının, ticaretin ve örgütlü dinlerin doğduğu bölge olarak bilinir. İlk yerleşim faaliyetleri MÖ 10.000 civarında başlamış, tarım ve hayvanların evcilleştirilmesiyle büyük bir dönüşüm yaşanmıştır. MÖ 9000 civarında yabani tahıl ve hububat tarımı yaygınlaşmış, MÖ 5000’de sulama teknikleri gelişmiş, MÖ 4500’de ise yün üretimi için koyun yetiştiriciliği yapılmaya başlanmıştır.

Coğrafi ve İklimsel Avantajlar

Bölgenin coğrafi yapısı ve iklimi, tarımı teşvik eden önemli faktörler arasındaydı. Dicle, Fırat ve Nil Nehirleri sayesinde bereketli topraklara sahip olan bölge, avcı-toplayıcı toplulukların yerleşik hayata geçmesini sağladı. İklim yarı kurak olmasına rağmen, nemli hava ve sulama imkânları sayesinde mahsul yetiştiriciliği hızla gelişti. Bu sayede tarımsal üretim arttı ve büyük şehirlerin temelleri atıldı.

İlk Şehirler ve Kültürel Gelişim

Mezopotamya’da kurulan ilk şehirlerden biri olan Eridu, MÖ 5400 civarında Sümerler tarafından inşa edilmiştir. Daha sonra Uruk ve diğer şehirler gelişmeye başlamıştır. MÖ 4500 yılına gelindiğinde, tahıl ekimi, hayvan evcilleştirilmesi ve ticaret hız kazanmıştı. MÖ 3500’de ise Saluki gibi köpek türlerinin tasvirleri seramiklerde ve duvar resimlerinde görülmeye başlanmıştır.

Bu bölgede üretilen tarım ürünleri arasında buğday, çavdar, arpa ve baklagiller bulunmaktaydı. Aynı zamanda, dünyanın en eski bira üretimlerinden bazıları burada yapılmıştır. Sümerliler, birayı tanrıça Ninkasi'nin bir hediyesi olarak görmekte ve dini törenlerde tüketmekteydi. Bira, çalışanlara ücret olarak verilirken, aynı zamanda sosyal etkinliklerde de önemli bir içecek olarak kabul edilmiştir.

Bereketli Hilal'in Kültürel ve Teknolojik Mirası

Bereketli Hilal bölgesinde yaşayan uygarlıklar, insanlığın ilerlemesine katkı sağlayan sayısız icat ve kavram geliştirmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

  • Tekerleğin İcadı: Ulaşım ve taşımacılıkta büyük bir devrim yaratmıştır.
  • Yazının Gelişimi: Sümerler tarafından bulunan çivi yazısı, insanlık tarihinin ilk yazılı dili olarak kabul edilir.
  • Hukuk Sistemleri: Hammurabi Kanunları, adalet sisteminin temellerini atmıştır.
  • Astronomi ve Takvim: Mevsimlerin belirlenmesi ve tarımsal faaliyetlerin düzenlenmesi açısından büyük önem taşımıştır.
  • Mimari Gelişmeler: Tapınaklar, piramitler ve anıtsal yapılar bu bölgede inşa edilmiştir.

Sonuç: Bereketli Hilal ve Dünya Tarihindeki Önemi

Bereketli Hilal, insanlık tarihinin en önemli gelişmelerine ev sahipliği yapmış, bilimin, sanatın, ticaretin ve dinin merkezi olmuştur. Tarım devriminin başladığı bu topraklar, büyük imparatorluklara ve medeniyetlere ev sahipliği yaparak modern dünyamızın temellerini atmıştır. Bu bölgeyi anlamak, insanlık tarihinin nasıl şekillendiğini anlamak açısından büyük önem taşımaktadır.

Bereketli Hilal, sadece geçmişte değil, günümüzde de tarihi ve kültürel mirasıyla büyük bir öneme sahiptir. Bu kadim bölge, medeniyetin doğduğu topraklar olarak insanlık tarihinde ebediyen hatırlanacaktır.

Antik İran

 Persia: Antik Dünyanın En Eski Medeniyetlerinden Biri

Persia (günümüzdeki İran), insanlık tarihinin en eski yerleşim alanlarından biri olarak bilinir. Arkeolojik bulgular, bu topraklarda yaşamın M.Ö. 100.000 yıl öncesine kadar uzandığını ve Paleolitik Çağ’a tarihlendiğini göstermektedir. Bu bölgede bulunan antik sit alanları, insanlığın ilk yerleşimlerine ışık tutarak, tüm dünya tarihine önemli bir katkı sağlamaktadır.

Elam Krallığı ve Antik Persia

Antik İran topraklarında kurulan en eski uygarlıklardan biri, Elam Krallığı’ydı. Elam’ın merkezi olan Susa, M.Ö. 4395 yılına kadar uzanan köklü bir tarihe sahiptir ve dünyanın en eski şehirlerinden biri olarak kabul edilir. Elam’ın ardından bölgeye Sümeler, Asurlular ve Medler hâkim olmuştur. Med İmparatorluğu (M.Ö. 678-550), bölgede önemli bir siyasi ve kültürel gücü temsil etmiş ve sonrasında Pers Ahameniş İmparatorluğu (M.Ö. 550-330) ortaya çıkmıştır. Persler, İskender’in fetihlerine kadar dünya tarihine damga vuran en güçlü uygarlıklardan biri olmuştur.

Aryan Kabileleri ve İran’ın Kökenleri

Aryan kabilelerinin M.Ö. 3000 yılı öncesinde İran platosuna göç ettiği düşünülmektedir. Bu göçler, bölgede yeni bir sosyal ve dini yapının oluşmasına yol açmıştır. "Aryan" terimi, tarihsel olarak Hint-İran topluluklarını tanımlamak için kullanılırken, 19. yüzyıla kadar ırksal bir anlam içermemekteydi. İran ismi de bu Aryan kökenli topluluklardan türemiştir.

Zerdüştlük ve Pers Dini

Zerdüştlük (İngilizce: Zoroastrianism), Persia’nın en önemli dini geleneklerinden biridir. Kurucusu Zerdüşt (Zarathustra), M.Ö. 1500 - 1000 yılları arasında Ahura Mazda'dan ilahi bir vahiy aldığını iddia etmiş ve iyilik ile kötülük arasındaki savaşın evrenin temel ilkesi olduğunu savunmuştur. Zerdüştlük, Ahameniş ve Sasani dönemlerinde Persia’nın resmi dini olmuş ve bölgenin kültürüne büyük bir etki bırakmıştır.

Pers İmparatorluğunun Yükselişi

Persler, İran platosuna yerleşerek M.Ö. 1. binyıl itibariyle siyasi bir düzene kavuştular. Medler, Ekbatana (günümüzde Hamadan) merkezli büyük bir devlet kurarken, Persler de Anshan merkezli olarak yükselmeye başladılar. Ahameniş Hanedanı’nın kurucusu olarak kabul edilen Kral Ahameniş, M.Ö. 8. yüzyılda Perslerin liderliğini üstlenmiştir. Torunu Kiros (Büyük Kiros) ise Persleri bütünleştirerek Ahameniş İmparatorluğunu kurmuş ve dünyanın en geniş İmparatorluklarından birini yaratmıştır.   

Antik iran

Perslerin Kültürel Mirası

Persler, Mısır’dan Hindistan’a kadar uzanan devasa bir coğrafyada, ticaret yollarını ve yönetim sistemlerini geliştirerek çağdaş uygarlığın temellerini atmıştır. Gelişmiş posta sistemleri, iyi organize edilmiş yollar (Kraliyet Yolu), hoşgörü politikaları ve çoklu din ve kültür yapısı ile Persler, büyük bir medeniyetin temellerini atmıştır. Sasani dönemine kadar devam eden Pers medeniyeti, İslam fetihleri ile bölgeye yeni bir dönemin kapısını açmıştır.

Sonuç

Persia, tüm dünya tarihine yön veren en önemli uygarlıklardan biridir. Zengin tarihi, kültürel mirası ve ileri seviyedeki sosyal yapısı ile dünyanın en büyük medeniyetlerinden biri olarak kabul edilir. Antik Elam’dan Ahamenişlere, Partlardan Sasani’lere kadar Persia, tüm insanlık tarihine damga vuran bir mirasa sahiptir. Bugün dahi Pers medeniyetinin izleri, İran kültüründe ve dünyanın farklı noktalarında yaşamaya devam etmektedir.

Sasani İmparatorluğu

 

Sasani İmparatorluğu: Pers Tarihinin Son Büyük Hanedanı

Sasani İmparatorluğu’nun Kuruluşu ve Kökenleri

Sasani İmparatorluğu (M.S. 224-651), Pers tarihinin İslamiyet öncesi son büyük imparatorluğudur. Hanedan, I. Ardeşir tarafından 224 yılında kuruldu ve yaklaşık 400 yıl boyunca İran topraklarında hüküm sürdü. Büyük İskender'in M.Ö. 330'da Ahameniş İmparatorluğu’nu yıkmasının ardından, İran kültürü Part İmparatorluğu (M.Ö. 247 - M.S. 224) sayesinde korunmuş ve Sasani döneminde zirveye ulaşmıştır.

Helenistik Etkiler ve Partların Yıkılışı

İskender’in M.Ö. 323’te ölümünden sonra İran Platosu, Diadokhlar Savaşları sonucunda I. Seleukos’un yönetimine geçti. Seleukoslar, Helenistik kültürü benimsedikleri için yerel halk tarafından yabancı bir yönetim olarak görülmüştür. M.Ö. 155 yılına gelindiğinde Partlar, Seleukos İmparatorluğu’nun İran’daki hâkimiyetine son vererek kendi yönetimlerini kurmuşlardır. Ancak Partlar da Helenistik etkilerden tamamen bağımsız değildi.

Sasani İmparatorluğu ve İranlılaştırma Süreci

sasani imparatorluğu


Sasaniler, Pers kültürünü ve İranlı kimliğini güçlendirmek için kapsamlı bir “İranlılaştırma” süreci başlatmıştır. Bu süreçte:

  • Zerdüştlük, resmi devlet dini olarak benimsenmiştir.
  • Partların federatif yönetim yapısı yerine merkeziyetçi bir devlet modeli uygulanmıştır.
  • Kültürel ve sanatsal alanlarda Pers mirası yeniden canlandırılmıştır.

Bu reformlara rağmen, Yahudiler, Hristiyanlar ve Maniheistler gibi dini azınlıklar Sasani yönetimi altında varlıklarını sürdürmüş ve bazı Sasani kralları bu topluluklardan kadınlarla evlenmiştir.

Sasani İmparatorluğu’nun Gücü ve Küresel Etkisi

Sasani İmparatorluğu, 400 yıl boyunca Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun en büyük rakibi olmuştur. Bunun yanı sıra:

  • Çin Tang Hanedanı ile diplomatik ilişkiler geliştirmiştir.
  • Hindistan’daki krallıklarla kültürel ve ticari bağlar kurmuştur.
  • Sasani sanat eserleri, mimarisi ve ticari ürünleri Uzak Doğu ve Avrupa’da büyük ilgi görmüştür.

Öne Çıkan Sasani Hükümdarları

I. Ardeşir (224-240)

Sasani İmparatorluğu’nun kurucusu olan I. Ardeşir, devletin temellerini atmıştır. Üç temel reform gerçekleştirmiştir:

  1. Merkeziyetçi yönetim sistemine geçiş
  2. Zerdüştlüğün devlet dini olarak kabulü
  3. Roma İmparatorluğu ile rekabetin başlaması

I. Şapur (240-270)

I. Ardeşir’in ardından tahta geçen oğlu I. Şapur, Roma ile yapılan savaşlarda önemli zaferler kazanmış ve Roma İmparatoru Valerianus’u esir alarak tarih sahnesinde büyük bir etki bırakmıştır.

Sasani İmparatorluğu’nun Çöküşü

Sasani İmparatorluğu, 651 yılında Dört Halife Dönemi'nde İslam orduları tarafından yıkılmıştır. Sasani sonrası İran, İslam kültürüyle bütünleşmiş, ancak Sasani mirası sanat, mimari ve edebiyat alanında etkisini sürdürmüştür.

Sasani İmparatorluğu’nun Önemi

  • İran tarihinde kültürel ve siyasi zirve noktalarından biridir.
  • Zerdüştlüğün gelişimi açısından büyük bir rol oynamıştır.
  • Doğu ve Batı medeniyetleri arasında köprü görevi görmüştür.

Sasani İmparatorluğu’nun mirası, İran’ın ulusal kimliğinde ve dünya tarihinde derin izler bırakmıştır. Bugün dahi Sasani kültürü, İran sanatında ve edebiyatında yaşamaya devam etmektedir.

Birinci Tarım Devrimi

 

Birinci Tarım Devrimi

Birinci Tarım Devrimi, insanlığın yerleşik hayata geçiş sürecini nasıl değiştirdi? Tarımın doğuşu, bölgesel gelişimi ve toplumsal etkileri hakkında detaylı bilgiye ulaşın!

Birinci Tarım Devrimi, yaklaşık 12.000 ila 20.000 yıl önce başlamış ve dünya genelinde farklı bölgelerde, kendine özgü tarım sistemlerinin ortaya çıkmasıyla şekillenmiştir. Her bölge, tarımı kendi yerel koşullarına ve yöntemlerine göre geliştirmiştir. Tarımın ilk olarak 8.000 ila 12.000 yıl önce Yakın Doğu’da başladığına dair yaygın bir inanış olsa da, aslında tarım faaliyetleri dünyanın çeşitli bölgelerinde bağımsız olarak gelişmiştir.

Tarımın Doğuşu

Avcı-toplayıcı yaşam tarzından tarıma dayalı yerleşik yaşama geçiş, uzun bir süreç içinde, yaklaşık 12.000 ila 20.000 yıl önce gerçekleşmiştir. O dönemde dünya nüfusunun dört ila sekiz milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Buzul Çağı’nın sona ermesiyle kıtalar yeniden şekillenmiş ve insanlar farklı bölgelere göç ederek tarımı kendi koşullarına uygun şekilde geliştirmiştir.

Tarım faaliyetleri dünya çapında bağımsız olarak ortaya çıkmıştır. Başlıca tarım bölgeleri şunlardır:

  • Hindistan – Indus Vadisi
  • Doğu Asya – Yangtze Vadisi ve Sarı Nehir
  • Meksika – And Dağları Platosu
  • Yakın ve Orta Doğu
  • Kuzey Amerika – Günümüz ABD’nin doğu kıyıları
  • Sahra Altı Afrika

Tarımın Bölgesel Gelişimi

Her bölge, tarımı kendi yerel bitki ve hayvanlarıyla şekillendirmiştir. Bitki yetiştiriciliğine dair en eski kanıtlardan bazıları, günümüzde bile keşfi zor olan Papua Yeni Gine’de bulunmuştur. Bu bölgede yaşayan insanlar, yaklaşık 20.000 yıl önce muz, taro ve muhtemelen patates yetiştirmeye başlamıştır. O dönemde yetiştirilen muzlar, günümüzdekilerden farklı olarak daha küçük, lifli ve bol tohum içeren bir yapıya sahipti.

Bölgelere özgü tarım ürünleri şu şekilde sıralanabilir:

  • Güney Çin – Pirinç
  • Kuzey Çin – Darı
  • Orta Doğu – Siyez buğdayı, baklagiller, hurma, incir, keçiboynuzu
  • Amerika – Fasulye, mısır, patates, ayçiçeği, balkabağı
  • Afrika – Kırmızı pirinç, süpürge darısı, akdarı
  • Hindistan – Şeker kamışı (Antik kaynaklara göre Büyük İskender döneminde keşfedildiği öne sürülmektedir)

Neolitik döneme ait birçok arkeolojik alan hâlâ tam olarak kazılmamış olsa da, tarımın insanlık tarihindeki en büyük dönüşümlerden biri olduğu kesindir. Tarımın ortaya çıkışı, toplumların daha kalıcı yerleşimler kurmasını sağlamış, medeniyetlerin temellerini atmış ve insanlığın gelişiminde büyük bir rol oynamıştır.


Birincil Tarım Devrimi

Tarımın Toplumsal Etkileri

Tarımın gelişimi, insan topluluklarının yaşam tarzını kökten değiştirdi. Avcı-toplayıcılıktan yerleşik hayata geçiş, nüfusun artmasına, köylerin ve şehirlerin oluşmasına zemin hazırladı. Tarımsal üretim fazlası, iş bölümü ve ticaretin doğmasına neden oldu.

İlk tarım toplumlarında toplumsal yapı giderek karmaşık hale geldi. Zamanla, mülkiyet kavramı gelişti ve insanlar belirli topraklara sahip olmaya başladı. Bu durum, sosyal hiyerarşilerin ortaya çıkmasına yol açtı. Ürünleri depolamak ve dağıtmak için yöneticilere ve idari sistemlere ihtiyaç duyuldu, bu da devletlerin ve organize toplumların temelini attı.

Ayrıca, tarım sayesinde sürekli gıda kaynağı sağlanması, nüfusun artmasına ve teknolojik ilerlemelerin hızlanmasına olanak tanıdı. Tarımsal üretimi artırmak için kullanılan aletler ve sulama sistemleri, mühendislik ve bilim alanında önemli gelişmelere yol açtı.

Tarımın Kültürel ve Ekonomik Sonuçları

Tarımın yayılması, kültürel alışverişi artırdı. Ticaret yolları boyunca farklı topluluklar, tarım tekniklerini, bitki türlerini ve hayvancılık yöntemlerini birbirlerine aktardı. Bu durum, medeniyetler arasında bilgi paylaşımını hızlandırdı ve ekonomik sistemlerin gelişmesini sağladı.

Tarım, ayrıca din ve inanç sistemlerini de etkiledi. Verimli topraklara sahip olmak ve ürünlerin bolluğunu artırmak için tanrılara adaklar sunulması, tarım toplumlarında dini ritüellerin merkezinde yer aldı. Bazı bölgelerde, doğa olaylarını kontrol ettiğine inanılan tanrılar, tarımın bereketini simgeleyen mitolojik figürlerle özdeşleştirildi.

Sonuç

Birinci Tarım Devrimi, insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Tarımın keşfi ve gelişimi, insanların avcı-toplayıcı yaşam tarzından uzaklaşarak yerleşik hayata geçmesini, toplumların büyümesini ve medeniyetlerin doğmasını sağlamıştır. Tarım sayesinde insanlık, daha karmaşık sosyal yapılar, ekonomik sistemler ve kültürel etkileşimler geliştirmiştir.

Günümüzde bile tarım, küresel ekonominin ve insan yaşamının temel taşlarından biri olmaya devam etmektedir.

Antik Ermenistan Mitolojisi: Kökenler ve İlhamlar

 

Antik Ermenistan Mitolojisi: Kökenler ve İlhamlar

Antik Ermenistan mitolojisi, yüzyıllar boyunca komşu kültürlerin ve göç eden halkların etkileriyle zenginleşmiş, yerel geleneklerle harmanlanmış bir inanç sistemidir. Efsaneler ve mitolojik hikayeler, doğa olaylarını açıklamaktan milletin kökenlerine dair anlamlar sunmaya kadar birçok işlev görmüş ve aynı zamanda savaşlar ile istilalar gibi tarihi olayları anma görevi üstlenmiştir.

Urartu'nun Mitolojik Panteonu

Ermenistan’ın ilk kayıtlı devleti olan Urartu, MÖ 9. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar bölgede hüküm sürmüştür. Urartu’nun dini, yerel Hurri ve Mezopotamya inançlarının eşsiz bir karışımını yansıtır. Panteonun başında savaş tanrısı Haldi, fırtına tanrısı Teişeba ve güneş tanrısı Şivini yer alıyordu. Başkent Tuşpa yakınlarındaki kayalıklarda bulunan yazıtlar, bu panteonun zenginliğini ortaya koyar. Örneğin, MÖ 9. yüzyıla ait bir yazıtta tam 79 tanrının adı geçmektedir.

Şivini, kanatlı bir güneş diski tutan diz çökmüş bir adam olarak tasvir edilirdi. Bu sembolizm, Mısır güneş tanrısı Ra ile benzerlik taşır ve iki kültür arasındaki etkileşimlerin bir göstergesidir. Mezopotamya sanatında sıkça görülen "Hayat Ağacı" motifi de Ermenistan mitolojisinde önemli bir yere sahiptir.

Mitolojik Temalar ve Doğa Unsurları

Antik Ermenistan’ın tanrıları genellikle su, toprak, güneş, dağlar ve ağaçlar gibi doğal unsurlarla ilişkilendirilirdi. Ayrıca kanatlı kadınlar, kuş-adamlar ve akrep-adamlar gibi mistik figürinler, bu kültürün koruyucu ruhlarına işaret eden arkeolojik buluntular arasında yer alır.

Efsanelerin Yazılı ve Sözlü Geleneği

Antik mitler zamanla metinlere kaydedildi ve lir çalan ozanlar (gusanlar) tarafından sözlü olarak aktarıldı. MS 5. yüzyılda yaşamış tarihçi Horenli Musa, bu mitleri yazılı hale getirerek günümüze taşımıştır. Örneğin, güneş tanrısı Vahagn’ın doğuşunu anlatan şiir, bu sözlü geleneğin en güzel örneklerindendir.

Ne yazık ki, antik Ermenistan mitolojisine dair elimizdeki bilgi sınırlıdır. Urartu sitelerinde bulunan figürinler ve semboller, bu kültürün derinliklerini anlamamıza yardımcı olsa da birçok detay hala gizemini korumaktadır.  


Vahagn the Dragon Slayer


Hayk ve Bel: Ermeni Mitolojisinin Köken Hikayesi

Ermeni mitolojisinin en bilinen ve güçlü hikayelerinden biri, Ermeni halkının kökenlerini anlatan Hayk ve Bel efsanesidir. MS 5. yüzyılda yaşamış tarihçi Horenli Musa, bu hikayeyi kayıt altına alarak Ermeni tarihine büyük bir katkı sağlamıştır. Hikaye, Ermenileri Hazreti Nuh'un soyundan gelen bir millet olarak tanımlarken, bağımsızlık, adalet ve özgürlüğe olan inançlarını da vurgular.

Efsanenin Kökeni

Hikayeye göre, ünlü bir okçu olan Hayk, Nuh’un oğlu Yafes’in soyundan gelmektedir. Büyük Tufan’ın ardından Hayk, Nuh’un Gemisi’nin karaya oturduğu düşünülen Ağrı Dağı çevresindeki anavatanına geri döner. Ancak bu huzur dolu yaşam, kötü ve baskıcı Babil tiranı Bel tarafından tehdit edilir. Bel, Hayk’a boyun eğmesi için baskı yapar, fakat Hayk bunu reddeder.

Bu olay, Hayk’ın Bel’e karşı büyük bir isyan başlatmasına yol açar. Büyük bir savaşta, Hayk, Bel’i öldürerek zafer kazanır. Bu zafer, Hayk’ın soyundan gelenlere “Hay halkı” adının verilmesine ve bölgenin Ermenice adı olan Hayasa’nın doğmasına neden olur.

Mitin Tarihi ve Sembolik Anlamı

Hayk ve Bel efsanesi, sadece bir mitolojik hikaye olmanın ötesinde, Ermenistan’ın tarihindeki önemli çatışmalara da işaret eder. Bel karakteri, Asurca "efendi" anlamına gelen baal kelimesinden türemiştir ve Asurluların baskıcı imparatorluğunu temsil eder. Bu bağlamda Bel, III. Tiglat-Pileser ve II. Sargon gibi saldırgan Asur hükümdarlarını simgeler. Hayk ise, Ermenilerin özgürlük mücadelesinin sembolüdür.

Modern Ermenistan İçin Önemi

Efsane, tarih boyunca Ermeni halkının milli kimliğini ve bağımsızlık arzusunu şekillendirmiştir. Bu hikaye, Ermeni okullarında çocuklara öğretilir ve şu güçlü mesajları içerir:

  1. Ermenistan’ın Medeniyetin Beşiği Olması: Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’na yanaşması, Ermenistan’ı insanlık tarihinin başlangıç noktası olarak gösterir.
  2. Tarih ve İncil’le Bağlantı: Ermenileri, kutsal metinlerde yer alan insanlık tarihine bağlar.
  3. Tiranlığa Karşı Direniş: Bel’e karşı verilen mücadele, Ermenilerin özgürlük ve adalet tutkusunu yüceltir.
  4. Milli Sembol Olarak Ağrı Dağı: Ağrı Dağı, Ermeniler için kutsal bir sembol haline gelir.

Hayk ve Bel efsanesi, sadece tarihi bir çatışmayı değil, aynı zamanda Ermeni halkının özgürlük ve bağımsızlık ideallerini de temsil eder. Bu efsane, modern Ermeni milliyetçiliğinin temel taşlarından biri olarak halkın bilincinde derin bir yer edinmiştir.




İşte Şamiram efsanesini detaylı ve sürükleyici bir şekilde anlatan, tarihsel ve mitolojik bağlamı vurgulayan bir metin:


Şamiram ve Ara: Aşk, Trajedi ve Efsane

Şamiram, Asur Kraliçesi Semiramis’e dayanan ve Ermeni mitolojisinin önemli figürlerinden biridir. MS 5. yüzyıl tarihçisi Horenli Musa, bu efsaneyi kaydederek Ermeni halkının kültürel belleğinde önemli bir yer açmıştır. Hikaye, aşk, trajedi ve güç mücadeleleriyle örülü bir anlatıdır.

Yasak Aşkın Başlangıcı

Efsaneye göre, Asur Kraliçesi Şamiram, eşsiz güzellikte ve güce sahip bir hükümdardı. Bir gün, inanılmaz yakışıklı ve ahlaki erdemleriyle tanınan Ermeni Kralı Ara’ya aşık olur. Ancak Ara, faziletli bir kral olarak, Şamiram’ın ilgisine karşılık vermez ve kendi memleketine geri döner. Bu karşılıksız aşk, Şamiram’ı derinden etkiler.

Trajik Bir Son

Aşkının reddedilmesine tahammül edemeyen Şamiram, ordusunu Ara’nın peşinden gönderir. Ara’nın zarar görmemesi yönünde kesin emirler vermesine rağmen, savaş sırasında bir başıboş ok Ara’yı öldürür. Bu kayıp, Şamiram için büyük bir trajedidir. Ara’nın ölümünü kabullenemeyen kraliçe, onun bedenini sarayına götürerek mucizevi bir şekilde hayata döndürmeye çalışır.

Hikayenin bazı versiyonlarında, aralezk adı verilen doğaüstü köpekler çağrılır ve Ara yeniden hayata döner. Ancak Horenli Musa’nın anlatısında, köpekler hiçbir zaman gelmez ve Ara sonsuza dek kaybedilir. Şamiram, halkına itibarını korumak için, Ara’ya benzeyen birini ölmüş kralın yerine geçirir.

Van Gölü ve Şamiram’ın Şehri

Şamiram, Ara’nın topraklarında dolaşarak teselli arar ve yaz aylarını geçireceği bir şehir kurmaya karar verir. Van Gölü yakınlarında inşa edilen bu muhteşem şehir, kraliçenin adını taşır ve onun kalıcı miraslarından biri olur. Ayrıca Şamiram, Artamet adı verilen antik Urartu kanalının inşasında da katkı sağlamış ve bu nedenle Ermeni tarihine mimari bir yenilikçi olarak geçmiştir.

Mitolojideki Yeri ve Anlamı

Şamiram ve Ara’nın hikayesi, ahlaki değerleri ve siyasi güçleri sorgulayan derin bir anlatıdır. Şamiram, Asur’un baskıcı yönetimini ve yabancı otoritesini simgelerken, Ara, Ermenilerin erdem ve bağımsızlık arzusunu temsil eder. Bu hikaye, Yunan mitolojisindeki Adonis ve Babil Gılgamış hikayelerine benzer şekilde, bir tanrıçanın ilerlemelerinin reddedilmesi ve bunun trajik sonuçlarını işler.

Bununla birlikte, Horenli Musa, Şamiram’ı tamamen kötü bir figür olarak tasvir etmez. Onun Van bölgesindeki şehirleri ve kanalları inşa etme yeteneği, yenilikçi ve kültürel bir lider olarak görülmesini sağlar. Bu efsane, Ermeni halkının tarihi düşmanlıklar, bağımsızlık mücadelesi ve kültürel gelişimi arasındaki karmaşık ilişkiyi derinlemesine anlamak için güçlü bir araçtır.   


Yezidilik: Tarihi, İnançları ve Kültürel Özellikleri

 

yezidilik inancı /ırak

Yezidilik: Tarihi, İnançları ve Kültürel Özellikleri

Yezidilik, tarihi kökenleri çok eskiye dayanan, kendi içinde eşsiz bir inanç sistemine sahip olan bir dini topluluktur. Çoğunlukla Kürt nüfus arasında görülen Yezidilik, günümüzde Irak’ın kuzeyinde, Suriye, Türkiye, Ermenistan, Gürcistan ve diasporada yaşayan topluluklar tarafından benimsenmiştir. Yezidiler, tarih boyunca yanlış anlaşılmalar, ayrımcılık ve zulme maruz kalmış, ancak inançlarını ve kültürel kimliklerini korumayı başarmış bir halktır.

Tarihi Kökenleri

Yezidiliğin kökenleri, tek bir tarihi döneme veya figüre bağlanamayacak kadar karmaşıktır. Çeşitli akademik çalışmalar, bu inancın Zerdüştlük, antik Mezopotamya dinleri, İslam, Hristiyanlık ve hatta Hinduizm gibi birçok dini gelenekten etkilenerek oluştuğunu öne sürer. Yezidiler, kökenlerini Adem ve Havva’nın oğlu Şit'e dayandırır ve inançlarının Adem’in saf ve bozulmamış öğretilerini yansıttığını ifade ederler.

Dini liderleri Şeyh Adî bin Musafir, 12. yüzyılda Yezidiliğin önemli bir figürü olmuştur. Şeyh Adî, İslam tasavvuf geleneğinden etkilenmiş bir sufi bilgin olmasına rağmen, öğretileri Yezidilik için kurucu bir rol oynamıştır. Onun Mezopotamya’daki Laleş Vadisi’ndeki türbesi, günümüzde Yezidilerin en kutsal mekanlarından biridir.

İnanç Sistemleri

Yezidilik, dualist bir dünya görüşüne sahiptir. İyilik ve kötülüğün dengede olduğuna inanılır, ancak bu dengeyi bozmak veya korumak insanın özgür iradesine bırakılmıştır.

Tanrı ve Melek Tavus

Yezidilerin inançlarına göre, Tanrı evreni yaratmış ve yönetimi yedi melekten oluşan bir konseyin ellerine bırakmıştır. Bu meleklerin en yücesi ve önemlisi, "Melek Tavus" olarak bilinen Tavus Kuşu’dur. Melek Tavus, Tanrı’ya en yakın varlık olarak görülür ve Yezidiler için hem öğretici hem de koruyucu bir figürdür.

Melek Tavus’un bir düşüş ve affedilme hikayesi vardır. Yezidilere göre, Tanrı, Melek Tavus’u bir sınamadan geçirir ve onu affeder. Bu hikaye, Yezidilikteki bağışlanma ve tevbe anlayışını yansıtır. Ancak bu öğreti, tarih boyunca Yezidilerin yanlış anlaşılmasına neden olmuş ve Yezidiler, haksız yere "şeytana tapanlar" olarak damgalanmıştır.

Kutsal Metinler

Yezidiliğin iki ana kutsal metni vardır:

  1. Kitab el-Celve (Vahiy Kitabı): Yezidilikteki temel öğretileri ve Melek Tavus’un sözlerini içerir.
  2. Meshaf Reş (Kara Kitap): Yezidiliğin yaradılış mitini ve temel ibadet ritüellerini anlatır.

Bu metinler, sözlü geleneğin yazıya dökülmesiyle oluşturulmuştur ve sadece Yezidi dini liderleri tarafından okunabilir.

İbadet ve Ritüeller

Yezidilikte ibadet, bireysel ve toplumsal ritüellerden oluşur. Yezidilerin en kutsal mekanlarından biri olan Laleş Vadisi, hac merkezi olarak büyük önem taşır. Her Yezidi, hayatında en az bir kez Laleş’e gitmeyi hedefler.

Namaz ve Dualar

Yezidiler günde üç kez Tanrı’ya dua eder. Dualar, yüz doğuya dönük bir şekilde gerçekleştirilir ve çoğunlukla eski Kürtçe dilinde okunur.

Bayramlar ve Festivaller

Yezidilikte birçok dini bayram ve festival vardır. Bunlar arasında en önemlileri:

  • Cema Bayramı: Laleş’te düzenlenen yıllık hac ve dini bayram.
  • Yeni Yıl Bayramı (Çarşema Sor): Nisan ayında kutlanan bu bayram, yeni yılın başlangıcını simgeler.

Yasaklar ve Tabular

Yezidilikte birçok tabu ve kural vardır. Örneğin, belirli renklerin (mavi gibi) kullanımı ve bazı hayvanların etinin yenmesi yasaktır. Bu tabular, Yezidilerin kimliğini koruma amacını taşır.

Kültürel Özellikler

Yezidiler, kültürel olarak büyük bir zenginliğe sahiptir. Geleneksel kıyafetler, halk müziği ve dansları, topluluğun kimliğini yansıtır. Ayrıca Yezidilikte evlilik ve aile bağları önemli bir yere sahiptir. Topluluk içinde evlilik, Yezidi kimliğini koruma açısından temel bir kuraldır.

Tarih Boyunca Zulüm ve Diaspora

Yezidiler, tarih boyunca birçok kez zulme uğramış, sürgün edilmiş ve katliamlara maruz kalmıştır. Özellikle son yıllarda, IŞİD tarafından gerçekleştirilen soykırım girişimi, Yezidilerin yaşadığı en büyük trajedilerden biri olmuştur. Bu olaylar, Yezidilerin dünya genelinde daha fazla tanınmasına yol açmıştır.

Sonuç

Yezidilik, karmaşık ve zengin bir inanç sistemiyle, dünya dinleri arasında eşsiz bir yere sahiptir. Tarih boyunca karşılaştıkları zorluklara rağmen, Yezidiler kültürel ve dini kimliklerini korumayı başarmışlardır. Yezidilik, bir inanç sistemi olmanın ötesinde, dayanıklılığın, bağlılığın ve kültürel zenginliğin bir sembolüdür.

Ryujin

 Ryujin (namıdiğer Ryu-o) ejder kralı, deniz tanrısı ve Japon mitolojisindeki yılanların ustasıdır. Sihirli mücevherleriyle, gelgitlerden sorumludur, hem denizin bereketini hem de tehlikesini temsil eder ve bu yüzden Japonya gibi eski bir ada ülkesi ile ilişkilendirilir. Ryujin genellikle Watatsumi olarak bilinen bir başka su tanrısı veya Shinto kami (ruh) olan Owatatsumi-no-kami ile bağdaştırılır veya aynı kabul edilir. Yararlı bir tıp bilgisine sahip olduğuna inanılan ve yağmur ile gökgürültüsü getirici olarak kabul edilen Ryujin, aynı zamanda birkaç Japon aile grubunun koruyucu tanrısı veya ujigamisidir.

İlişkiler

Ryujin, aslen Çin ve Kore yoluyla Hindistan mitolojisinden alınan sekiz ejder kralından birisidir. Ryujin, eski Japonlar tarafından ejderhanın bir formu olarak görülen ve onun sembolü olabilecek olan deniz ve yılanların efendisidir. Ayrıca yılanlar da Ryujin’in habercileri olarak kabul edilir ve ejder kralının denizin altında bir sarayda veya sönmüş bir volkanın gölünde konakladığından dış dünya ile ilişki kurmasını sağlardı. Genellikle Kyoto’nun kuzeydoğusundaki Biwa Gölünün derinlikleri Ryujin’in evi olarak bahsedilir. Yılanlar, Ryujin’in yağmur ve gök gürültüsü getiriciliğiyle ilişkilendirilen ölüm ve fırtına ile bağdaştırılır. Ryujin’in insanların rüyalarında ve uyanma anlarında aniden belirdiği düşünülürdü. Deniz tanrısı, faydalı ilaçların bulunduğu, özellikle de daha uzun bir yaşam vadeden kullanışlı bir bakımevine de sahipti. Son olarak tanrı sık sık tatlı suyun, pınarların ve kuyuların küçük kamisi olan sujin ile ilişkilendirilir.

Tanrı Japonya genelinde ve özellikle tarım için yağmur ve balıkçılığın olduğu yerli topluluklar için oldukça değerli olan kırsal kesimlerde tapınaklara sahiptir. Sanatta Ryujin, sıklıkla denizde yaşayan bir ejder veya devasa bir yılan olarak tasvir edilir. Japonya’da güç ve monarşiyi temsil eden ve gelgitleri kontrol edebildiği yuvarlak sihirli mücevherini taşıyabilir.

DENİZİN DALGALI DOĞASINI YANSITAN RYUJİN KÖTÜ BİR GÜÇ VEYA ZOR DURUMDAKİ KAHRAMANLARA YARDIM EDEN KİBAR BİR HÜKÜMDAR DA OLABİLİR.

Efsaneler ve Kahramanlar

Ryujin çeşitli Japon efsanesinin baş kahramanıdır fakat denizin değişken doğasını yansıtarak ya uğursuz bir güç ya da zor durumdaki kahramanlara yardım eden nazik bir hükümdar olabilir. Örneğin, Watatsumi kılığında, kahramanın kardeşi Hoderi’ye karşı, Hoori’ye yardım etmiştir. Ancak, Ryujin Fujiwara klanının kurucusu olan Kamatari’ye ait olan mücevheri de çalmıştır. Mücevher yalnızca Kamatari’nin eşinin deniz altındaki tanrının sarayına dalıp geri alabilirdi, fakat bu süreçte trajik bir şekilde boğulmuştu.

Tawara Toda & Kırkayak

Daha onur verici bir hikayede Ryujin, sarayını vücudu bütün bir dağı kaplayacak kadar uzun olan korkunç bir kırkayaktan kurtardığı için kahraman Tawara Toda'ya (diğer adıyla Fujiwara Hidesato) bir çan (daha önce çalmış olsa da) vermiştir. MS 11. yüzyıl savaşçı kahramanı okçuluk yetenekleriyle ünlüydü fakat dördüncü ve son okunu sihirli bir şekilde kendi tükürüğüyle kaplayana kadar dev yaratığı devirmeyi başaramadı. Çan, Miidera tapınağında bırakıldı ve Ryujin'in bir diğer hediyesi olan tükenmez devasa pirinç çuvalı, kahramanın 'Pirinç Balyası Lordu' unvanını açıklıyor olabilir (bir başka sebep de 60 kilo/132 poundlık pirinç balyasını kaldırabilme yeteneği olabilir). Ryujin'in Tawara Toda için diğer hediyeleri ise, ateşe ihtiyaç duymadan yemek pişirebilen sihirli bir kazan ve hiç bitmeyen sırmalı ipek kumaş rulosuydu.

Urashimataro

Ejderha kralı ile ilgili bir başka efsane de Urashimataro'nun efsanesidir. Bir gün balıkçı bazı çocukların sahilde bir kaplumbağaya eziyet ettiğini görür ve onları uzaklaştırır. Kaplumbağa minnettarlığını göstermek için Urashimataro'yu bir deniz yolculuğuna ve Ryujin'in denizaltı sarayında ücretsiz bir tura çıkarmayı teklif etmişti. Varışta balıkçıya ejderha kralının kızı tarafından bir ziyafet ve nihayet ayrılırken bir mücevher kutusundan oluşan bir veda hediyesi verilmişti. Urashimataro eve vardığında köyün ayrıldığından beri değişmiş olduğunu görmüştü, ne kendi evini ne de ailesini bulabilmişti. Daha sonra, çocukken köyün balıkçılarından birinin gizemli bir şekilde ortadan kaybolduğunu anlattığını yeni hatırlayan yaşlı bir kadınla tanışmıştı. Bunun da ötesinde, mücevher kutusunu açtığında, onu anında uzun beyaz sakallı çok yaşlı bir adama dönüştüren bir sis ortaya çıkmıştı. Kutunun dibinde tek bir tüy vardı ve Urashimataro onu tuttuğunda, mutluluğun sembolü olan bir turnaya dönüşmüştü ve ardından Ryujin'in uzaklardaki sarayına doğru uçmuştu.

Hoori ve Balık Oltası

Ryujin bu kez Watatsumi olarak MS 712'de derlenen Kojiki'de (Eski Şeylerin Kaydı) anlatılan Hoori (diğer adıyla Ho-ho demi veya Hikohohodemi) hikayesinde öne çıkmaktadır. Ninigi'nin (güneş tanrıçası Amaterasu'nun torunu) en küçük oğlu olan Hoori, bir gün kardeşi Hoderi'nin sihirli balık kancasını ödünç alır. Kanca, kullananın hiç çaba sarf etmeden çok sayıda balık yakalamasını sağlardı. Ancak açıklanamaz bir şekilde, Hoori denediğinde, kanca tek bir ısırık bile almadı ve daha kötüsü, talihsiz balıkçı onu suya düşürdü ve böylece denizin derinliklerine battı.

Değerli eşyasına ne olduğunu öğrenmekten pek de memnun olmayan Hoderi, kardeşinin kırık kılıcından 500 kancalık yeni bir parti yapma teklifini reddetmişti. Sahilde gözyaşları içinde oturan Hoori'ye bir kami yaklaşmış ve acısını fark edince ona Watatsumi'yi ziyaret etmesini, eğer nazikçe istenirse kancayı bulup geri getirebileceğini söylemişti. Bunun üzerine Hoori kendine küçük bir tekne inşa etmiş ve uzun bir yolculuktan sonra nihayet deniz tanrısının sarayına varmıştı. Orada Watatsumi'nin kızı Toyotama-hime tarafından karşılanmış ve prensesin güzelliği karşısında büyülenerek oraya neden gittiğini hemen unutmuştu.

Hoori ve Toyotama-hime, onlara o kadar çok hediye veren Watatsumi'nin kutsamasıyla evlendiler ki onları sergilemek için 100 masa gerekmişti. Ancak, mutlu gençliklerinde zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı, öyle ki Hoori kardeşinin hâlâ oltayı beklediğini hatırlayana kadar birkaç yıl geçmişti. Watatsumi'ye söylediğinde, tanrı denizdeki tüm balıkları toplamış ve kancayı bir çipuranın (ya da dorado) ağzında bulmuştu. Kancayı lanetlemiş ve ardından giden Hoori'ye pirinç tarlalarını sulayacak suları kontrol edebileceği iki mücevher vermişti. Yardımsever bir köpekbalığı (ya da timsah) onu evine bıraktıktan sonra, sihirli mücevherler kardeşinin başına yıkım getirirken, Hoori'nin çok zenginleşmesini ve 500 yıl yaşamasını sağlamıştı.

Søren Kierkegaard

 Søren Kierkegaard (1813-1855), Danimarkalı bir filozof olup Jean-Paul Sartre (1905-1980) ve Martin Heidegger (1889- 1976) gibi dönemin önemli filozoflarını etkileyen ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilir. Eserleri yabancılaşmanın, endişenin ve saçmalığın bir yansımasını dile getirirler. Eserlerinden bazıları; Either/Or – Ya /Ya da (1843), Fear and Trembling/ Korku ve Titreme (184) ve The Concept of Anxiety/ Kaygı Kavramı (1844).

Kayıtsız kalan ve adeta birbirleriyle düşman bir toplum karşısında bireyin önemine olan inancı nedeniyle varoluşçu arkadaşları nezdinde önemle benimsenmiştir. Bununla birlikte, diğer varoluşçu filozoflardan farklı olarak Kierkegaard’ın felsefi çalışmalarında güçlü bir teolojik damar da vardır. Yazar Denise Despeyroux, The Philosophers/Filozoflar adlı eserinde, Soren Kierkegaard yaşam tarzının, eserlerini renklendiren acı dolu deneyimlerle dolu olduğunu yazar. Bu eserleri “büyük dramatik ve şiirsel güç sergiliyorlar: Benzetmeler, aforizmalar, hayali mektuplar ve hayali günlüklerin yanı sıra takma ad ve hayali karakterler vardır” (110). Yazar Despeyroux, Kierkegaard’ın aynı zamanda dini konularda verdiği mücadelesi, kendi kuşağı diğer yazar ve düşünürler için “güçlü bir teşvik” işlevi gördüğünü de ifade eder.

Doğumu ve Eğitim Dönemi

Søren Kierkegaard, 05 Mayıs 1813 tarihinde, Danimarka’nın Kopenhag kentinde, varlıklı bir ailenin yedi çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya gelmiştir. Babası Micheal Kierkegaard başarılı bir iş adamıydı; annesi Ane Sorensdatter Lund ise kocası Micheal’in ölen ilk karısının bir zamanlar hizmetçiliğini yapıyordu. Søren, babasının onun hayatında en etkili kişi olduğunu iddia etmişti. Ne yazık ki, kaygı ve kişisel iç sorunlardan çok acı çekmiş ve bu sorunu babasından kendisine “miras kalmıştır.” Baba Micheal son derece dindar bir kişi olup Lutherci dindarlığının bir üyesiydi ve geçmişteki günahları nedeniyle – bir zamanlar Tanrı’ya lanet bile okumuştu – çocuklarından hiç birinin 33 yaşını, yani İsa Mesih’in çarmıha gerildiği yaşı geçmeden bu dünyadan göç edeceklerine inanıyordu. Søren Kierkegaard, 21 yaşına gelmeden önce, adeta kendisini gerçekleştiren bir kehanet misali, beş erkek ve kız kardeşi ile annesi ölmüş, sadece Søren ve erkek kardeşi Peter hayatta kalmışlardı. Yıllar içinde korkuları gerçek olan baba Micheal’e göre bu İlahi bir cezanın işareti idi. Yazar Jeremy Strangroom Büyük Filozoflar/The Great Philosephers adlı eserinde Søren Kierkegaard’ın çocukluk döneminde “deli” gibi olduğu ve “bir günah işlenme sonucundan Dünya’ya gelmiş olduğunu” ileri sürmektedir (100). Soren açısında konu ele alındığında, ne yazık ki babasının “kötümser ve kasvetli dini bakış açısını oğluna” aktardığı ifade edilmektedir.

KIERHEGAARD, YAZILARINDA BELİRTİLEN İÇSEL İŞKENCE VE ENDİŞEDEN TÜKENMİŞTİR.

Kaotik bir çocukluk dönemi geçirmesine rağmen, eğitim dönemi “şaşırtıcı derecede normal seyrediyor”, seçkin bir özel okula devam ediyor (the Borgedydskolen) ve “derslerinde sınıf arkadaşlarından daha üstün” olarak görülüyordu. Babasının önerisi üzerine papaz olmak düşüncesiyle daha 17 yaşında Kopenhag Üniversitesine girmiş, teoloji, felsefe ve edebiyat eğitimini almıştır. 1838 yılında daha üniversitede öğrenci iken babası da ölmüş ve ona büyük bir miras kalmıştı. 1840 yılında mezun olduktan sonra bağımsız bir yazar ve düşünür olarak hayatına başlamıştı. Ancak bu dönem onun için, yazılarından da anlaşıldığı üzere, içsel ıstırap ve endişeyle dolu olup tüketilen bir hayat olmuştur.

Mezun olduktan kısa bir süre sonra kendisinden on yaş küçük olan Regine Olson ile nişanlanma hatasını yaptığını düşünmüş, nişanlandıktan sonra zaten pişmanlık yaşamıştı. Bir yıl sonra, 1814 yılında, melankolik mizacının kendisinin evliliğe uygun olmadığını ve Regine Olson’un da entelektüel açıdan kendisiyle uyumsuz olduğuna inanarak nişanı bozmuştu. Nişanlısı Regine ile olan ilişkisi Søren Kiekergaard üzerinde kalıcı bir etki yaratmış olup hem günlüklerinde ve hem de diğer eserlerinde bu etkinin izleri görülmektedir. İstemediği bir nişanlılıktan kurtulmuş ve büyük bir mirasa sahip olmasından dolayı yazar olarak kariyerine başlamakta kendisini özgür hissediyordu. Hayatı boyunca, garip bir şekilde, yaşamakta olduğu Kopenhag’dan sadece üç kez ayrılmış ve boş zamanlarının çoğunu şehrin sokaklarında dolaşarak veya tiyatroya giderek geçirmiştir.

İnsanlık Durumu

Søren Kierkegaard, 21 yaşına geldiğinden beri tuttuğu günlükleri sayesinde eleştirmenler ve savunanlar onun hem acı dolu kısa hayatını ve hem de felsefesini anlama fırsatı bulabilmişlerdir. Takma adla yazarken ironi, hiciv ve mizah kullanarak okuyucuları haberciye değil de verilen mesaja odaklanmalarını sağlamıştı. Felsefesi Danimarka’da benimsenen egemen felsefe olan ve dönemin önde gelen filozoflarından biri George Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) parodisini takma bir adla yazmıştı. Dönemin diğer filozofları gibi Hegel de dini ve Hıristiyan inancını daha akla uygun ve daha anlaşılır hale getirmeye çalışmıştır. Ancak, Kierkegaard, hem dinin ve hem de Hıristiyan inancın rasyonel anlayışın dışında olduğunu savunmuştur.

Kierkegaard by Gamborg
Kierkegaard ; Gamborg
Royal Danish Library (Public Domain)

Hegel de olduğu gibi, Kierkegaard’ın da felsefi görüşleri insanlık durumu kavramı konusunda hem geçmiş ve hem de çağdaş birçok düşünür ile fikir ayrılığı içindeydi. Bütün düşünce tarihinin aslında yanlış kaygılarla meşgul olduğuna inanıyordu. Antik Yunanlılardan bu yana felsefe, dünyayı anlamak ve anlamlandırmak üzere akıl ve deneyimi kullanmış ancak insanlık durumunu gerçekten anlamaktan başarısız olunmuştur. Kierkegaard bu konuda şunu yazmıştır; “Her çağın kendine özgü bir ahlaki bozukluğu olmuştur. Bizim çağımız belki zevk veya şehvet düşkünlüğü değil, daha ziyade bireysel insana yönelik kalıcı bir panteist küçümsemedir” (Sokes 145). Bulunduğu yaşın, tutkudan yoksun bir yaş olduğuna inanıyordu.

Hakikat ve Varlık

Søren Kierkegaard, öznel ve nesnel gerçekler dediği şeylere tanımlama getirmiştir. Nesnel bir gerçeklik, bir kişi onu kabul etse de, etmese de doğru olan bir şeydir. Öznel gerçek ise, (Kierkegaard’ın tercih ettiği) bir kişi için doğru olabilen ancak başkası için doğru olmayabilen bir şeydir. Nesnel gerçekler bir grup tarafından yaratılır, “bir iç görü, bilgelik ve hakikat kaynağı olarak” güvenilir değildir (Mannion, 126). Grup düşüncesi zihniyetini aşıp temellerine geri dönerek Hıristiyanlığı ortalama bir Hıristiyan için erişilebilir kılmak istiyor, bir aracının olmaması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre, “Din, doğrudan birey ile Tanrı arasında kalmalıdır.” Kierkegaard, bunun sadece Pazar günleri Kiliseye gitmekle değil, kişi inancının ilkelerine göre bir hayat yaşamakla yapılabileceğini yazmıştır.

Ya/Ya da (Either/Or) adlı kitabında, bir kişinin, hayatını nasıl yaşamayı seçebileceğine dair iki varoluş biçimini sunar. İlki; otantik tarzda bir hedonisttir, anında tatmin olmanın ve anı yaşamanın önemine vurgu yapar. İkincisi ise, görev ve zorunlulukla ilgilenen, kişi benliğini ahlaki bir yaşama adanmış olan etkin bir tarzdır. Ancak, kişinin mutluluğu ve tatmini bulabileceği üçüncü bir seçenek daha vardır: Dini alan.

İnanç Sıçraması

Søren Kierkegaard, kalabalık bir toplum içinde birey olabilmeyi kutlamış, topluluk inançlarının genellikle yanlış olduklarını, insan olmanın, karar vermek ve kişi yoluna çıkan engellerle yüzleşmek anlamına geldiğini iddia etmiştir. Ona göre yapılan her seçim, eğitim veya toplumsal geleneğin etkisinden bağımsız olarak, kendi değerlerine göre yapılmalıdır, hatta geleneksel toplumsal ahlaki görüş bile özneldir. Bir kişi, toplumun inandığı şeylerin zorlukları nedeniyle inançlarından sapmamalı veya saptırılmamalıdır. Kişi, inandığı şeyin arkasında durabilecek dürüstlüğe sahip olmalıdır. Yazar James Mannion, Essentials of Philosophy/ Felsefenin Temelleri adlı eserinde “yabancılaşma ve sosyal dışlanmanın kesinlikle suçlandığını, özgürlüğün korkuyu beraberinden getirdiğini” yazmıştır (125). Bu öz farkındalık ve bağımsızlık kolay elde edilmez ve de kişi başkalarının görüşlerine karşı mücadele etmek zorundadır. Kierkegaard, entelektüel açıdan bağımsız bir yaşam sürmenin doğal tepkisinin Almanca’da kaygı anlamına gelen bir kelime olan angst olarak bilinen şey olduğunu söyler. Kilise ve teoloji, mantıksız ve kanıtlanamaz felsefi konular oldukları için kaygıyı hafifletmeye pek yardımcı olmadıklarına inanıyordu.

Bu önermesini okuyan çağdaşlarının çoğu Kierkegaard’ın Hıristiyan karşıtı olduğunu varsayıyorlardı; oysa mizaç olarak son derece içten bir Hıristiyan ve muhafazakâr bir kişiydi, ancak Kilise’nin yolunu kaybettiğini düşünüyor ve Hıristiyanlığın gerçek anlamını yaymak istiyordu. Ona göre, “Danimarkalı Hıristiyanlar, Danimarka Devlet Kilisesi yorumuna göre adeta bir fabrika işçisinin mümkün olan en büyük tekdüzeliğiyle idare ediliyorlar” (Yasa 124). Søren Kierkegaard’a göre, kendisini Hıristiyan olarak gören çoğu insan kendi inancı içine doğmuştur ve bunu yalnızca Pazar günleri Kilise’ye giderek, Kilise dogmasını akılsızca izleyerek uygular. Gerçek bir Hıristiyan, inancının ilkelerine göre yaşamalıdır. Hıristiyan inancının “derin, kişisel bir bağlılık göstermeyi ve her şeyden önce ilahi otoriteyi kabul etmeyi” içerdiğini söyler (124). “Gerçek Hıristiyan inancının” makul ve doğal olanın ötesinde yaşamı dönüştüren bir sıçrama yapmayı içerdiğine inanıyordu. Bu durum, Kierkegaard’a göre, kişinin tekraren yapması gereken bir inanç sıçramasıdır.

KIERKEGAARD, AKLIN, İMANI ZAYIFLATACAĞINA, HİÇ BİR ZAMAN HAKLI ÇIKARMAYACAĞINA İNANIYORDU.

Søren Kierkegaard, aklın, imanı sadece zayıflatabileceğine, onu asla haklı çıkarmayacağına inanıyordu. Dini inanç, bir akıl meselesi değil, bir iman meselesidir. René Descartes (1596-1650), Thomas Aquinas (ölümü 1274) ve Saint Anselm of Canterbury (1033-1109) gibi filozoflar ontolojik argümanlarla Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmışlardı; ama bu çalışmanın Tanrı’ya olan inançla hiçbir ilgisi yoktu. İnsanın tutkuyla Tanrı’ya inanmayı seçmesi gerekir. Bu entelektüel bir egzersiz değildir.

Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme adlı eseri konularını Johannes de Silentio veya John of Silence takma adıyla yazmıştı. Tanrı’nın, Hz.İbrahim’e oğlu İshak’ı kurban etmesi emriyle ilgiliydi. Bazı eleştirmenlere göre böylesi bir ibadet şekliyle masum bir insanın öldürülmesine göz yumuluyordu, ancak Kierkegaard bu noktanın farkına varmış ve Hz.İbrahim eyleminin aslında nefretten değil, Tanrı’ya olan sevgisinden kaynaklandığını vurgulamıştır; bütün bu durumlar birer inanç sıçramasıydı. Immanuel Kant (1724-1804), masum bir çocuğu kurban etmenin ahlaka aykırı olması nedeniyle Hz.İbrahim’in hatalı olduğunu düşünüyordu. Kierkegaard ise, Hz.İbrahim inancını Yahudi-Hıristiyan inancının bir örneği olarak görüyor, Hz.İbrahim’in “ata topraklarını terk edip vaat edilen diyarlara misafir olduğunda” imanının gereğini yerine getirmesini gösterdiğini yazmıştır... Ve yaşlı adam, tek umuduyla orada durdu! Ama şüphe etmedi; sağa sola endişeyle bakmadı, dualarıyla Cennete meydan okumadı, kendisini sınayanın Yüce Allah olduğunu biliyordu...” (Korku ve Titreme, 20). Hz.İbrahim ahlaki kanundan başka bir kanun olan İlahi Kanuna iman ediyordu. Ve Hz.İbrahim gibi, bir kişinin de toplumu yönetmede uygulanan ahlaki ilkelerden başka bir şeye inanma hakkı vardır. Gerçek bir Hıristiyan, görevinin ahlak hukukuna değil, daha üstün bir otoriteye, “ahlak kanunu kaynağı” olan Tanrı ile karşı karşıya olduğunun bilincinde olan kişidir (Kanun 125-125).

Statue of Søren Kierkegaard
Søren Kierkegaard Heykeli
Christian Bickel (CC BY-SA)

Önemli Eserleri

Yazar Keirkegaard’ın dikkate değer önemli eserlerinden bazıları:

  • İroni Kavramı Üzerine (1841) – Hegel eleştirisi
  • Ya / Ya da - Either/Or (1843) – üç varoluş tarzından ikisini karşılaştırıyordu; Estetik ve etik
  • Yineleme (1843) – varoluş tarzlarından üçüncüsünü sunuyor; dini alan
  • Korku ve Titreme (1843), Johannes de Silentio adıyla – İncil’de geçen İbrahim ve onun Tanrının emriyle oğlu İshak’ı neredeyse kurban etmesiyle ilgili öyküsünün bir tartışması
  • Kaygı Kavramı Üzerine (1844) – kaygı ve endişe konularına bir bakış

Ölümü ve Etkisi

Varoluşçuluk felsefesinin babası Søren Kierkegaard, kesin ölüm nedeni bilinmese de, 11 Kasım 1855 tarihinde, 42 yaşında, Kopenhag’da, muhtemelen tüberküloz hastalığından dolayı ölmüştür. Tartışma konularından biri, Kilise karşısında sergilediği mücadelesinin yanı sıra yoğun yazma programı stresinden dolayı sağlığının bozulmasına neden olduğudur; bir anda yere yığılmış ve ölmüştür. Kierkegaard, Danimarka’daki Lutheren Kilisesi, diğer yazarlar ve çağdaş toplumla sürekli tartışmaya “karışıyordu”. Hayatının sonlarına doğru kişisel itibarı zedelendiği bilinirken, diğer yandan da, varoluşçu arkadaşı Jean-Paul Sartre ve Martin Heidegger’ın yanı sıra Karl Popper ve Ludwing Wittgenstein gibi önemli filozoflar üzerindeki etkisiyle tanınmıştır.

Yazar Jeremy Stangroom’a göre filozof yazar Kierkegaard aslında yazılarının yaşamı süresinde kabul görmeyeceğinin farkındaydı ve eserlerinin çoğu zaten anonim bir imzayla yazılmıştır. Ancak sonraki dönemlerde bu yazılarının önemi anlaşılmıştır. Søren Kierkegaard’ın önemli bir entelektüel kişilik haline gelmesi Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve varoluşçuluk felsefesinin ortaya çıkmasından sonra olmuştur. Bu entelektüel kişiliğinin oluşması öncellikle birey özgürlüğünün önemine vurgu yapmasından kaynaklanıyor; düşüncelerinden varoluşçu olarak bahsediyordu. Stokes’a göre Kierkegaard kendi gerçeğini arıyordu; kendisi için doğru olan ve uğruna yaşayıp ölebileceği bir gerçeği. Bu varoluşçuluk felsefesinin bir temasıydı; onu ilk varoluşçu yapan konudur. Søren Kierkegaard felsefesinin temelinde nihilizm olarak yorumlanabilecek irrasyonellik kavramı da yer alır, ancak nihilizm, hayatı anlamsız gördüğü için bütün dini ve ahlaki ilkeleri reddeder. Kierkegaard elbette bir nihilist değildi, dini de reddetmemiştir. Danimarka Kilisesi konusunda yalnızca gördüğü haliyle Kilise sorgulamasını yapıyordu. Hıristiyan olduğunu hiçbir zaman inkâr etmemiş, sadece Pazar Hıristiyanlarından hoşlanmamıştı.

Sorular & Cevaplar

Kierkegaard düşüncesi ana fikri neydi?

Kierkegaard, kayıtsız kalan ve adeta birbirleriyle düşman bir toplum karşısında bireyin önemine inanıyor ve toplum karşısında bireyi yüceltiyordu.

Kierkegaard Hıristiyanlığa inanıyor muydu?

Kierkegaard hiçbir zaman Hıristiyanlığı reddetmemiş; Danimarka Kilisesini kendi düşüncesine göre sorgulamış ve Pazar Hıristiyanlarından hoşlanmamıştır.

Kierkegaard'ın varoluşçuluk felsefesi neydi?

Birey özgürlüğünün önemini vurgulamış ve uğruna yaşayıp ölebileceği bir gerçeğin arayışındaydı.

Amerikan Devriminde Afrikalı Amerikalılar

 Amerika Devrimi (1765-1789) arifesinde, On Üç Koloni/Sömürge nüfusu yaklaşık olarak 2,1 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık olarak 500.000’i Afrika kökenli Amerikalılardı ve bunların da yaklaşık olarak 450.000’i köle idi. Nüfusun bu kadar büyük bir yüzdesini oluşturan Afrikalı Amerikalılar, Amerikan Devrimi döneminde doğal olarak hem Vatansever (Patriots) ve hem de Loyalist/Britanya Yanlısı cephede hayati rol oynamışlardı.

Lithograph of the Boston Massacre, 5 March 1770
Boston Katliamı, Taşbakı, 5 Mart 1770
William L. Champney and J. H. Bufford (Public Domain)

Siyahi Vatanseverler

Yaklaşık olarak 300 Amerikalı Vatanseverden oluşan bir kalabalık, 05 Mart 1770 tarihinde, Massachusetts Eyaleti, Boston şehrinde King Street’te dokuz İngiliz askerine saldırmıştı. Şehrin İngiliz işgali altında olmasına ve 11 yaşında bir çocuğun öldürülmesine öfkelenen bu kalabalık, toplumun her kesiminde Bostonlulardan oluşuyordu. Bu kalabalık arasında, genellikle Afrika ve Yerli Amerikan kökenli olduğu düşünülen, melez ırktan bir denizci olan Crispus Attucks da vardı. İngiliz askerleri kalabalık üzerine ateş açtıkları zaman, Crispus Attucks iki kurşun yarası almış ve Boston Katliamı olarak bilinen olayda ölen ilk kişi olduğuna inanılıyor. Bu nedenle Attucks, Amerikan Devrimi’nin ilk sivil zayiatı olarak kabul edilir ve genellikle Amerikan özgürlüğünün ilk şehidi olarak anılır.

İKİNCİ KITA KONGRESİ, İNGİLİZLERLE SAVAŞAN VE KÖLELEŞTİRİLMİŞ HER BİR KİŞİYE ÖZGÜRLÜK VERİLECEĞİ İLAN ETMİŞTİ.

Beş yıl sonra, 19 Nisan 1775 sabahı erken saatlerinde, Concord, Massashussetts’e depolanmış koloni/sömürge mühimmatını ele geçirmek üzere yola çıkan İngiliz askerlerinden oluşan bir birim (column), Lexington Green’de 77 kişilik Vatansever/Patriots milisiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu milis grubu içinde, Lexington’da ikamet eden birkaç köleden biri olan ve eline bir tüfek alıp evini savunmak üzere beyaz komşularına katılan Prens Estabrook da vardı. Prens Estabrook, Lexington ve Concord Savaşlarında omuzundan yara almış ancak iki ay sonra Kıta Ordusu’na katılacak şekilde kısa bir zaman zarfında iyileşmişti. Bunker Hill Muharebesi (17 Haziran 1775) sırasında Cambridge’deki ordu karargâhını korumak üzere görevlendirilmiş ve savaşın sonunda kölelikten kurtularak özgürlüğünü kazanmıştır.

Attucks ve Estabrook, Amerikan Devrimini destekleyen onbinlerce Siyahi Amerikalıdan sadece ikisiydi. Kadınların destek vermeleri için tek bir motivasyonları yoktu. Bazıları, Parlamento yönetimine bağlı 13 Koloni durumunu tanımlamak üzere konuşmalarında “kölelik” gibi ifadeleri kullanan, özgürlük ve eşitlik üzerine inşa edilmiş yeni bir toplum kurma sözü veren beyaz devrimci liderlerin retoriğinden ilham almışlardı. Bu ifadelerle açıkça köle nüfusa hitap edilmiştir; köle nüfusun çoğu, kölelik tamamen ortadan kaldırılmazsa bile, yeni ülkede daha iyi fırsatlara sahip olabilecekleri konusunda iyimser idi. Diğerleri ise, İkinci Kıta Kongresi’nin, İngilizlerle savaşan köle her bir kişiye hizmetinin sonunda özgürlüğü verileceği ilan etmesi nedeniyle, bireysel özgürlüklerini güvence altına almak üzere Kıta Ordusuna kaydolmuşlardı. Afrikalı Amerikalılar ayrıca köleliğin günlük dehşetinden kaçmak, askere alma görevlilerinin sunduğu ödülleri ve askerlerin maaşlarını almak ya da sadece bir askerin yaşam mecarası cazip olarak sunulduğu için askere gitmişlerdi. Bu gibi durumlara ek olarak, kendileri askere gitmek yerine, kölelerini savaşa göndermeyi tercih eden Vatansever kesimden köle sahipleri bir kısım Siyahi Amerikalıyı askere yazmaya zorlamışlardı.

Elbette Siyahi Vatanseverlerin/Patriotların hepsi Kıta ordusunda veya Vatansever milisler safında görev yapmıyorlardı. James Armistead Lafayette gibi bazıları casus olarak görev yapıyorlardı. Kaçak bir köle kılığına giren Lafayette, Lord Charles Cornwallis’in İngiliz kampına sızmayı başarmış ve Yorktown Kuşatmasında Vatansever zaferine yol açan hayati bilgileri elde etmişti. Fransız General Marquis de Lafayette, hizmetinden etkilenmiş ve savaştan sonra özgürlüğün sağlanmasına yardımcı olmuştur. James Lafayette, bu hizmetinden dolayı Marquis’in Lafayette olan soyadını almasıyla ödüllendirilmişti.

James Armistead Lafayette
James Armistead Lafayette
Unknown engraver, after John B. Martin (Public Domain)

Siyahi diğer Vatanseverler de Harekete desteklerini beyanlarıyla vermişlerdi: Phillis Wheatley, yakalandığı Senegal’den Boston’a getirilip satılan köle bir kadın idi. Edebi yeteneklerini fark eden ve onu şiir yazmaya teşvik eden Wheatly ailesi onu satın almıştı. Phillis Wheatly, 1770’lerin başında zaten ünlü bir şair idi. Amerikan Devriminin erdemleri üzerine kapsamlı bir şekilde yazmaya başlamış ve Geoerge Washington gibi Vatansever/Patriot liderlerine övgüler yazmıştı. General Geroge Washington, köle statüsünde olmasına rağmen Wheatly çalışmalarından etkilenmiş ve onu kendisiyle görüşmeye davet etmiş, “ilham perileri tarafından bu kadar sevilen bir kişiyi görmekten” onur duyacağını ifade etmişti (Philbrick,538).

Kıta Ordusunda Afrikalı Amerikalılar

Prens Estabrook gibi birçok Siyahi Amerikalı, bir dakkikada savaşa hazır; bir “dakkikacı” olmak için gereken ekstra eğitimden bile geçmişlerdi. Dolayısıyla, Boston Kuşatması sırasında (20 Nisan 1775-17 Mart 1776) çeşitli milis birimleri Kıta Ordusu bünyesinde birleştikleri zaman birçok Siyahi, Vatanseverlerin saflarında zaten savaşıyorlardı. Ancak birçok beyaz devrimci lider, köle erkeklere silah vermekten ve onları eğitmekten rahatsızlık duyuyor, özellikle belirli bölgelerde köle sayısının özgür nüfustan fazla olduğu Güney Amerika’da beyaz sömürgeciler, sürekli olarak köle isyanları korkusu yaşıyor ve köle nüfusunu silahlandırmanın olası sonuçlarından kaygı duyuyorlardı. Bu nedenle, 1775 yılı, Mayıs ayında, Massahusetts Eyalet Kongresi, koşullar “ne olursa olsun, orduya hiçbir kölenin kabul edilmemesi” kararı almıştı (American Battle field Trust).

SONUÇTA, SAVAŞ SÜRESİ BOYUNCA EN AZ 5000 SİYAHİ ASKER VE DENİZCİ VATANSEVER DAVASINA HİZMET ETMİŞLERDİR.

General George Washington iki ay sonra Kıta Ordusu komutasını devraldığında bu konuyu bir adım daha ileri taşımış ve özgür olsa bile herhangi bir Siyahi erkeğin orduda hizmet vermesini yasaklamıştı. Bu emir, Siyahi askerlerin, beyaz askerlerden daha az sadık oldukları, cesur veya savaşmaya istekli olmadıkları yönündeki algıya itiraz eden birkaç beyaz subayın itirazıyla karşılanmıştı. George Washington, sonunda fikrini değiştirmiş ve emri iptal ederek subayaların Siyahi askerleri kendi takdirlerine bağlı olarak askerlik hizmetine almalarına izin vermişti. Kongre tarafından her birine işe alım kotası verilen bazı Eyalet Yasama Organları da kotaları daha kolay karşılamak üzere Eyalet Yönetimleri de Siyahi Amerikalıları işe almaya başlamışlardı.

Sonuç itibariyle, savaş süresince en az 5000 Siyahi asker ve denizci, Vatansever davasına hizmet etmiş, ancak bazı tahmin verileri bu sayının aslında çok daha fazla olduğunu göstermektedir.1777 yılına gelindiğinde, Kıta alayları çoğunda bazı Siyahi askerler vardı ve bu durum, Kıta Ordusunu 1940’lardan önce ABD tarihinde ırksal açıdan entegre ordu haline getirmişti. 1781 yılı Temmuz ayında Yorktown Kuşatmasından hemen önce Baron Ludwig von Closen, Washington birliklerinin yaklaşık dörtte birinin Siyahi olduğunu bildirmiş (şayet bu veri doğruysa, 1.054 Siyahi asker) ve bu birlikleri “neşeli, kendilerine güvenen ve sağlam” olarak tanımlamıştı (American Battlefield Trust). Baron Closen raporunun doğruluğu kimi uzmanlarca tartışılır olsa da, savaşın son yıllarında Kıta Ordusunda daha fazla sayıda Siyahi askerin görev yaptığı doğrudur. Siyahi askerler, silah arkadaşları beyaz askerlerle eşit muamele görmüyorlardı – özel asker rütbesi ötesine geçemiyorlardı – ancak eşit ücret alıyor ve beyaz askerlerle aynı kalitede kıyafet, yiyecek ve teçhizata sahip oluyorlardı.

Britanya Yanlısı Siyahi Birlikler

Pek çok Siyahi Vatansever/Patriot, ABD Yönetiminin onlara özgürlüklerini vereceğini umarlarken, diğer birçok Siyahi Amerikalı da kurtuluşu İngiliz saflarında aramışlardı. O zamanlarda Büyük Britanya’da kölelik karşıtı duygular yükselişteydi. İngiliz King’s Bench Mahkemesi, 1772 tarihli bir oturumunda - Somerset v. Stewart - İngiltere ve Galler’deki ortak yasaları kölelik kurumuna artık destek vermeyeceği kararını almıştı. Amerikalı sömürgeciler, söz konusu Mahkeme Oturumunu yakından takip etmiş ve her ne kadar Britanya İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde köleliğin yasallığı hakkında bir şey söylenmemiş olsa da, kölelik karşıtları tarafından büyük bir zafer olarak görülmüştü. Köle bazı Afrikalı Amerikalılar, İngiliz topraklarına ayak basarak özgürlüklerini kazanmayı umarak Britanya Adalarına giden gemilere binerlerken adeta istiflenmeye başlamışlardı. Öte yandan, Amerikalı bazı köle sahipleri, İngilizlerin, kölelerini alma planını yaptıkları yönde kaygılanmaya başlamışlardı; bu da beyaz sömürgeciler ile Büyük Britanya arasında yeni bir mesafe olmasına yol açmıştı.

Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İngiliz yetkililer, Amerikalıların köle isyanları konusundaki korkusundan yararlanmaya çalışmışlardı. Virginia’nın Kraliyet Valisi Lord Dunmore, 1775 yılı Kasım ayında, siyahilere özgürlük vaat eden bir bildiri yayınlamıştı. Vali Dunmore Bildirisinden birkaç gün sonra, 800’den fazla köle, sahiplerinin elinden kaçmış ve Dunmore saflarına katılmışlardı. Lord Dunmore, bu kölelerin çoğunu Etiyopya Alayı olarak bilinen ve tamamen Siyahilerden oluşan bir askeri birlik halinde organize etmişti. Dunmore bildirisi, doğal olarak çoğu kölelerin, İngiliz saflarına katılmak üzere kaçmaları halinde, ölümle tehdit eden Vatanseverleri alarma geçirmişti. Bildiri, aynı zamanda, daha fazla sayıda kölenin İngilizlere akın etmesini önlemek üzere Vatanseverlerin Kıta Ordusunda hizmet karşılığında kölelere özgürlük teklif etme kararını da hızlandırmıştı.

Smock Similar to the Uniforms of Dunmore's Ethiopian Regiment
Dunmore’un Etiyopya Alayı Uniformalarına benzer Önlük
Chitt66 (CC BY)

Kuzey Amerika’daki İngiliz Ordusu Başkomutanı Sir Henry Clinton, Philipsburg Bildirisini yayınlamıştı. Daha önceki Lord Dunmore Bildirgesinin bir uzantısı olan Philipsburg Bildirisi, Vatansever/Patriot sahiplerinden kaçan kölelerin, yaş veya cinsiyetlerine bakılmaksızın İngiliz hatlarına ulaşmaları halinde serbest bırakılacaklarını öngörüyordu. Bu iki bildiri sayesinde tahminen 20.000 Afrikalı Amerikalı savaş sırasında İngilizlere sığınmışlardı; General George Washington’un kölelerinden 17’si, bir İngiliz savaş gemisine sığınmak amacıyla Vernon Dağından kaçmışlardı. Britanya Yanlısı pekçok Siyahi ve kaçak köle, Amerikan kırsalına aşina oldukları için çeşitli seferler sırasında İngiliz Ordusuna rehberlik etmişlerdi.

Britanya Yanlısı Siyahilerin (Loyalists) çoğu İngilizlerin safında savaşmaya başlamışlardı. İngilizler; Sannah Kuşatmasında (16 Eylül - 20 Ekim 1779), Fransız-Amerikan saldırısına karşı savunmalarını güçlendirmek üzere Siyahi Yanlıları askere almışlardı. Bunlara ek olarak, tamamen siyahilerden oluşan birkaç milis birimi de oluşturulmuştu. En ünlüsü, Albay Tye komutası altında New Jersey’in Montmouth bölgesinde faaliyet gösteren, İngiliz Yanlısı 24 Siyahi birimlerden oluşan Siyahi Tugay idi. Kendisi de kaçak bir köle olan Albay Tye, savaşın en korkulan Loyalist partizanlardan biri haline gelmiş ve aldığı bir yaranın yol açtığı enfeksiyondan ölmeden önce, 1780 yazında, önde gelen bazı New Jersey Vatanseverlerin evlerine birkaç başarılı baskın düzenlemişti.

Tamamen Siyah Askeri Birimler

Her iki tarafta yer alan Siyahi askerlerin çoğu entegre birliklerde görev yaparlarken, tamamen Siyahilerden veya ağırlıklı olarak Siyahilerden oluşan askeri birimlerin birkaç örneği de vardı. Loyalistler tarafında yer alıp en öne çıkanı Lord Dunmore’un Etiyopya Alayı idi. Beyaz Subayların komuta ettiği Etiyopya Alayı, Vatansever efendilerinden kaçan kölelerden oluşuyordu. Her bir siyahi askere, üzerinde “kölelere özgürlük” ibaresi yazılı bir üniforma verilmişti. Etiyopya Alayı;1775 yılı sonlarında ve 1776 yılı başlarında, Virgina’da birçok çatışmaya katılmıştı. Ancak, bir çiçek hastalığı salgını nedeniyle saflarında büyük oranda azlma olmuş ve birim 1776 yılında dağıtılmıştı. Etiyopya Alayından pek çok siyahi gazi, Britanya Yanlısı/Loyalist milisleri ve Siyahi Tugayın da aralarında bulunduğu Albay Tye komutasındaki bir birim de dâhil olmak üzere İngilizler için savaşmaya devam etmişlerdi. Siyahi Tugay, komutanı Tye’nin ölümünden sonra faaliyetlerine devam etmiş ve üyeleri daha sonra Kanada’ya yerleştirilmişleri.

Black Infantryman from the 1st Rhode Island Regiment
1.Rhonde Island Alayında Siyahi bir Piyade
Jean Baptiste Antoine de Verger (Public Domain)

Vatansever/Patriot safında olan 1.Rhode Island Alayı, çoğunlukla Siyahi ve Kızlderili birimlerden oluşan bir askeri birlik idi. Alay komutanı Albay Christopher Greene, özgürlük karşılığında köle erkekleri askere almakla görevlendirilmiş ve bunun sonucunda 225 askerden 140’ı Siyahi veya Yerli asker alayda savaşmıştı. Alay, Rhode Island Muharabesinde (29 Ağustos 1778) son derece iyi bir performans sergilemişti; burada bir dizi Hessian saldırısına karşı sağ kanadı tutmuş, Patriot General John Sullivan ve Marquis de Lafayette’ten övgü almıştı. Alay, Yorktown Kuşatmasına kadar hizmet vermeye devam etmiş; bu sırada bir Fransız subayı, Siyahi askerleri “en düzgün giyimli, en iyi silahlı ve bütün manavralarda en hassas olanlar” şeklinde tanımlamıştı (Kaplan, 56). Bu Alay, 1783 yılında Kıta Ordusunun geriye kalanıyla birlikte dağıtılmıştı.

Savaştan Sonra

1781 yılı, Ekim ayında, Yorktown Kuşatmasında Vatansever/Patriot zaferinden sonra Siyahi Loyalistlerin yanlış tarafa bahis oynadıkları anlaşılmıştı. Ateşkes müzakerilerinin bir parçası olarak, General Washington’a, İngiliz ordusunun savaş sırasında el koyduğu Vatansever bütün özel mülklerin iadesini de müzakere etmesi talimatı verilmişti. Bu konuya İngiliz hatlarının arkasına sığınan binlerce kaçak köle de dâhil idi. Kısa bir süre için özgürlüğün tadına varan Siyahi Loyalistler, yakında esaret dolu bir hayata tekrar geri döneceklermiş gibi görünüyorlardı. Şans eseri, Britanya’nın yeni Başkomutanı Sir Guy Carleton, Siyahi Loyalistlere/Britanya Yanlılarına, bağlılıklarını onurlandırmaya kararlıydı. Başkomutan Carleton, Washington taleplerine boyun eğmek yerine bir uzlaşma önerisinde bulunmuştu: Şayet Patrtiotlara, Siyahi Loyalistlerin İngiliz ordusuyla birlikte tahliye edilmelerine izin verilirse, o zaman Britanya Hükümeti bütün Patriot köle sahiplerine, kaybettikleri her köle için mali olarak tazminat ödeyecektir.

Konuyla ilgili Barış Müzakerelerini tehlikeye atmak istemeyen General Washington, İngiliz Başkomutan Carleton önerisini kabul etmişti. 1783 yılı, Kasım ayında New York City’yi tahliye eden İngiliz ordusuna 3000’den fazla Siyahi Loyalist/Britanya Yanlısı eşlik etmişti. Birçoğu başlangıçta Nova Scotia’ya yerleşmiş ve Birchtown topluluğunda ikamet etmeye başlamıştı. Bununla birlikte, pek çok Siyahi Loyalist Birchtown’daki yaşam tarzını perişan bulmuştu; rahatsız edici bir iklim, yetersiz malzeme ve yerel yönetimden destek eksikliği ile karşı karşıya kalmıştı. Ek olarak, Birchtown’un özgür Siyahileri, Kanadalı komşuları tarafından sürekli ayrımcılığa maruz kalmış ve 1784 yılında Shelbourne Ayaklanmaları sırasında şiddetin hedefi haline gelmişlerdi. Sonuç olarak, 1200 Siyahi Loyalist, 1792 yılında Nova Scotia’dan ayrılarak Batı Afrika’da yeni İngiliz kolonisi Freetown, Sierra Leone’ye yerleşmeyi seçmişlerdi. Diğer birçok Siyahi Loyalist de Devrimin ardında Amerika Birleşik Devletlerinden (ABD) ayrılarak Batı Hint Adalarına ve Florida’ya yerleşmişlerdi. Ancak, İngilizler, kendileriyle birlikte tahliye edilen her bir köleyi serbest bırakmamışlardı, çünkü hala İngiliz ordusuyla birlikte ayrılan ve kölelerini tutmalarına izin verilen çok sayıda Britanyalı köle sahibi vardı. Britanya’da kölelik en sonunda 1807 yılında kaldırılmıştı.

Siyahi Vatanseverlere gelince, 1783 yılı, Aralık ayında Kıta Ordusu dağıtıldıktan sonra askerlik hizmetinden muaf olmuşlardı. Savaştan önce köleleştirilmiş olanların çoğu, Kongre’nin söz verdiği gibi serbest bırakılmışlardı. Ancak kurnaz bazı köle sahipleri sözlerinden caymanın ve kölelerini esaret altında tutmanın yollarını buldukları için bir kısım köleler serbest bırakılmamışlardı. Hatta bazıları buldukları birçok fırsattan istifade ederek siyahi gazileri kaçırmış ve yeniden köle olarak satmışlardı. Ancak, özgürleşen Siyahi askerlerin çoğunluğu için savaş sonrası ABD’de hayat kolay olmamıştır. Kongre, Kıta Avrupası askerlerine borçlu olduğu geçmiş maaşları ve emekli maaşlarını ödemekte zorlanmıştı. Bu durum bütün askerler için zor olsa da, beyaz meslektaşlarına göre çok az istihdam fırsatına sahip olan Siyahi gaziler için durum daha da kötü olmuştur. Birçoğu çiftliklerde düşük ücretli iş bulabilmiş ve kölelikten biraz daha iyi bir durumda bir hayat süreebilmişlerdir. Kongrenin, 1792 yılında beyaz olmayanların ABD ordusunda hizmet etmesini resmi olarak yasaklamasından dolayı siyahi askerler orduda geçimlerini bile sağlayamiyorlardı.

Bazı beyaz subaylar, daha önce komutaları altında görev yapan Siyahi askerleri yalnız bırakmamışlardı. 1.Rhode Island’dan Yarbay Jeremiah Olney gibi bazı subaylar, Siyahi gazilerin alacaklı oldukları geçmiş dönem maaş ve emekli maaşlarını almak üzere dava açmalarına yardımcı olmak üzere sık sık mahkemeye giderlerdi. Rhode Island Meclisi, Yarbay Olney savunma yapma çabası sayesinde, 1785 yılı, Şubat ayında bütün toplulukların, kendi geçimlerini sağlayacak imkânı olmayan Siyahi ve Yerli gazilere yardım etmesi için bir kararname yayınlamıştı. Kuzey Eyaletleri, Birleşik Devletlerin var olmaya başladığı ilk birkaç on yıllık dönemde, aşamalı olarak köleliği kaldırmış, daha sonra Amerikan İç Savaşına (1861-1865) yol açacak olan “özgür devletler” ile “köleci devletler” arasındaki ayırımı yapmışlardır.

Sorular & Cevaplar

Afrika kökenli Amerikalıların Amerikan Devrimindeki rolü neydi?

Afrikalı Amerikalılar, Amerikan Devrimi sırasında, hem Vatansever ve hem de Britanya Yanlısı tarafta önemli roller oynamış; cephede asker ve sahada casus olarak hizmet vermişlerdi. Her iki tarafta, destekleri karşılığında Afrikalı Amerikalılara kölelikten kurtulma sözü verilmiştir.

Amerikan Devriminden sonra Siyahi Britanya Yanlılarına/Loyalistlere ne olmuştu?

Amerikan Devriminden sonra binlerce Siyahi Loyalist İngiliz Ordusyla birlikte tahliye edilmiş ve sonunda Nova Scotia, Batı Hint Adaları, Florida ve Sierra Loene’ye yerleşmişlerdi.

Amerikan Devriminden sonra Siyahi askerlere ne oldu?

Siyahi askerlerin çoğu Amerikan Devriminden sonra özgürlüklerini kazanmış olsalar da, Kongre’nin borçlu olduğu çoğuna, geriye kalan maaşları ve emekli maaşları verilmemişti, bu da savaş sonrası Amerikan Birleşik Devletlerinde siyahi gazilerin yaşam zorluğunu artıran konu olmuştur.

Öne çıkan gönderi

Antik Mısır'da Kadınlar

  Antik Mısır 'da kadınlar, erkeklerle meslekleri dışında her açıdan eşit kabul edilirdi. Evin ve ulusun reisi erkeklerdi; ancak kadınla...